Yazmak istemek, hatta yazma arzusunu şiddetle içinde duyumsamak bazen yetmiyor yazmaya…
Okuyucunun beğenisini alma kaygısından uzak bir şekilde kendimi ifade etmek, eteğimdeki taşları dökmek yahut var olanı anlamak ve anlamlandırmak için yazarım.
Yazma eylemi benim için bir varoluş biçimi, kendimi ifade ederken kendimi yeniden yarattığım, dönüştürdüğüm kaçınılmaz bir içsel yolculuktur… Böyle olduğunu hissetmeme ve düşünmeme rağmen bu aralar yazamıyorum nedense ve bu bende derin bir “mayıs sıkıntısı” yaratıyor.
Birçok kişi pandemi sürecinde; yani bu zaruri toplumsallaşmaktan uzaklaşma döneminde, kendisiyle baş başa kalma neticesinde yazma yaratıcılığının arttığını söylese de bende bu dönemde oluşan yalnızlık duygusu, hissedilen çaresizlik ve insani olan sosyalleşmeden uzaklaşmak yazmayı daha güç bir eylem haline getirdi. Hiç bu kadar uzun süre yazmadığım olmamıştı sanırım Güncel Kadın’da.
Editörüm, bazı sadık okuyucular ne zaman yazacağımı ısrarla sorsalar da eskisi kadar rahat yazamıyorum. Tuhaf bir şekilde seçtiğim her kelime, kurduğum her cümle bana yavan ya da fazlalıkmış gibi geliyor. Zihnimde beliren, uğrunda yazmaya değer bulduğum tüm konular bir anda silikleşip değersizleşiyor. Bana da düşen yazamamak hakkında yazmak oluyor bu durumda.
Türlü nedenler buluyorum bu durum için. Modern insanın bunalımı, modernite ve yalnızlaşan insan, modern zamanlarda yabancılaşma, doğa karşısında hissedilen çaresizlik gibi yazı başlıkları geçiyor zihnimden. Marx ve Engels’den girip Arendt’e uğruyor, sonra Horkheimer ve Adorno dolaylarında kendimi Frankfurt okulunun durumumu açık eden kavramlarında buluyorum. En önemlilerinden biri de Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’nun “Aydınlanma’nın Diyalektiği” adlı eserlerinde yer alan “Kültür Endüstrisi” kavramı. Kısaca Adorno, “kültür endüstrisi kavramıyla özellikle endüstri ürünlerinin insanları kaçındıkları dünyaya nasıl yeniden eklemlediğini ve böylece sistemi güçlendirdiğini göstermeye çalışmaktadır. Burada söz konusu olan ikili bir süreçtir, bir yanda endüstri kültürelleşmekte ve öte yandan kültür de endüstrileşmektedir. Kültür endüstrisi, ürünleriyle, yaşamdaki olumsuz faktörlerin doğal nedenlere ya da tesadüflere bağlı olduğunu düşündürür. Böylece bağımlılık ve yükümlülük bilinci genelleşir. Kültür endüstrisi bu anlamda, ideolojinin (endüstri ideolojisinin) kültürel metalar aracılığıyla yayılmasını ve içselleştirilmesini hedeflemektedir denebilir.
“Herkese hitap eden, kimsenin kaçış yeri bulamadığı bu sistem içinde oluşan yapıda bireyler, tüketim odaklı yaşamaya ve satın almaya zorlanmıştır. Yanlış ve sahte ihtiyaçlar pençesinde tüketen birey, mutluluğunu da sahte ihtiyaçlara karşılamaya çalışarak elde etmek istemeye çalışmıştır. Dünyada 1950’lerde kendisini göstermeye başlayan tüketim olgusu, ülkemizde ise 1980’lerden itibaren evrilerek bugünlere gelmiştir. Bu süreç içerisinde geleneksel anlamından hızla uzaklaşmıştır. Temel fiziksel ihtiyaçlar üzerine kurulu olan tüketim kültürü, modern ve post-endüstriyel dönemde yerini “haz”, “istek”, “arzu”, “statü”, “kimlik”, “prestij” gibi kavramlara bırakmıştır. Üretimin değersizleştirildiği ve Max Horkheimer ve Theodor W.Adorno’ya göre Modern İnsan ve Tüketim İdeolojisi’nin görmezden gelindiği bu dönem içerisinde insanların tükettikleri üzerinden kimlik kazanması ve ilişki kurması toplumsal konumu belirleyici bir hal almıştır. İmaj odaklı tüketim alışkanlığı, kitle iletişim araçlarının marifetleri ile de marka ve gösterişe yönelik bir hayat tarzına dönüşmüştür. Bir üst grubun üyesi olabilmek adına daha fazla tüketen insanlar, sistemin devamlılığı adına kendi kimliklerini silmeye, tüketimi bir yaşam felsefesi haline getirerek içselleştirmeye başlamışlardır. Dolayısıyla tüketim kültürü; “tüketicilerin çoğunluğunun faydacılıktan uzak, statüler sağlayan, ilgi uyandıran ve yenilik sunan ürünlere arzu duydukları, onlara sahip olarak, sahip olduklarını sergiledikleri” bir kültür olarak karşımıza çıkmaktadır.” Kısaca modern insanı üretmekten alıkoyan bu sürecin arkasında saydığım bu dinamiklerin etkisi olduğunu düşünüyorum. Her türlü metalaşma ve yabancılaşmanın yaygınlığı karşısında çağcıl bir yoksunluk hali bir tür yokluğa dönüşerek insanı kuşatmaktadır.
Tüketim toplumunun ve modernleşmenin yarattığı yalnızlık, ötekileştirme ve baskı üzerine en güzel şiirleri yazmış olan büyük şair Turgut Uyar’ın dizelerinde buluyorum kendimi yazımı bitirirken. Turgut Uyar dizelerinde yabancılaşmayı dile getirir. Modernleşmenin dayattığı mutsuzlukla şairin isyanı, toplumdan uzaklaşması ve yalnızlığı birbirini izler. Bu yeni yaşam onu mutlu etmemektedir. Zira artık şehir çocukları, büyüyemeyen, sevmeyi bilmeyen, kanını dev makinelerin gıdası etmek zorunda kalan robotlardır… “Bir gün, belli olmaz, bir bakarsın Turnam/Şu kuru başımı alıp ben de giderim” mısralarıyla gidiş arzusunu dile getiren şair, kendi gerçeğini arayacağı bir yolculuğun hayalini kurar. Zira kent yaşamının yapaylığı ve makinenin insan yaşamına tahakkümü, kır yaşamından kent yaşamına zorunlu bir geçiş yapan bireyin kendisine yabancılaşmasıyla sonuçlanır. Bu çatışma, beklentilerin gerçekleşmemesi ve gerçeğin acıtan yönüyle karşılaşmayla belirginlik kazanır. Artık makineleşen sadece mekân değil, aynı zamanda bireyin kendisidir. Öyle ki, yenilgi artık kente mahkûm edilen modern insanın kaçamadığı kaderidir. Kötülük fenomeni ve mutsuzluk da kent ortamında sosyal yaşamın sıkıntılarıyla iç içedir. Bu da baştan bir kabullenişi beraberinde getirmesine rağmen bireyi uyumsuzluk sorunuyla yüzleştirir. Bunun çatışmasını derinden hisseden Uyar, gerçek âlemden uzaklaşmanın ve varoluşunu tamamlayacağı ütopik mekanların hayalini kurar. Bu hayal, dış dünya ile mücadele gücünden yoksun bireyin kendisini gerçeklerden soyutlamasını ve sonsuzluğa sığınmak arzusunu doğurur. Ancak sonsuzluk arzusu, Uyar’ın şiirinde zaman zaman isyan niteliği taşır. Onun şiirlerindeki isyan, sadece kent yaşamına değil aynı zamanda modernitenin hızlandırmasıyla akıp giden zamanadır. Ve şöyle seslenir çocukluğunun geçtiği köyü ile şu an yaşadığı kent ile şehir çocuğu olma durumuna bir kıyas yaparcasına:
ŞEHİTLER
(Turgut Uyar)
“Sen,
Adını bilmediğim bir köyde doğmuşsun…
Kucak kucağa büyümüşsün toprakla,
Yorulmuşsun, sevmişsin
Harman yapmışsın,
Çocuk yapmışsın,
-Topraktan korkum yok ki zaten-
Diyebilmişsin ölürken…
Sen,
Bir şehir çocuğuymuşsun,
Dev makinaların gıdası olmuş kanın.
Büyüyememişsin
Sevememişsin.
Son merdane hücumunda manganın,
Şehit olmuşsun…
Sen,
Ilık bir sahilde doğmuşsun.
Beyaz bir eviniz varmış,
Ananla, babanla yaşamışsın,
Kanlı canlıymışsın.
Sedef yüklü,
Kadın yüklü gemiler varmış rüyalarında
Ölüm hiç aklına gelmemiş.
Fakat bir şafak vakti hastanede
Her şey birden bitivermiş.”
Sen,
Bir orospu çocuğuymuşsun,
Belki hapishanede,
Belki kaldırımda doğmuşsun,
Ananla beraber kucaklarda sabahlamışsın.
O bile bilmezmiş kimden olmuşsun.
Lânetlenmiş, kovulmuşsun.
Vatan sevmeye değecek kadar güzeldir amma.
Yaşamak için fırsat vermemiş talihin sana…
Sen, şehir çocuğu,
Sen orospu çocuğu, hepiniz,
Toprağın nemli bekâretindesiniz.
Kitaplarda, türkülerdesiniz.
Hatıralarınız ıssız kasabalarda kaybolmuş,
Kiminizin kızı hizmetçi,
Kiminizin karısı metres tutulmuş,
Dünya nimetlerinden kırıntılar dişlerinizde…”
KAYNAKÇA:
“Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’da Modern İnsan ve Tüketim İdeolojisi”, Fatma Begüm Özel ve Alper Mumyakmaz, Akademik Hassasiyetler, Cilt:5 Sayı:10, 2018.“Turgut Uyar’ın Şiirlerinde Modern İnsanın Yalnızlığı ve Sonsuzluk Özlemi”, Beyhan Kanter, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 2, Sayfa: 26-38, ELAZIĞ-2011