Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın, yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.
Platon
Zihnimiz dolduramadığımız boşluklarla doludur. Bu boşlukları doldurmak adına herkesin kendince sarf ettiği çabaları vardır. Boşa çaba…
Bu boşluklar aslında kimisi için yeterince sevilmemiş olmaktan, kimisi içinse hiç sevilmemiş olmaktan kaynaklanır. Çocukluk travmaları, bağ kuramama, yetersiz olma düşüncesi gibi bir takım sorunlara sahip olan insanların, bir başka kişiyi hayallerinde yücelterek, ona karşı duydukları hayranlık sonucu oluşan aşk, psikologlar tarafından “platonik aşk” olarak tanımlanır.
Platon, sadece arzuladığımıza aşık olduğumuzu ve sadece sahip olmadığımız şeyi arzu ettiğimizi söylemiştir. Ama aynı zamanda her ne kadar fiziksel güzelliğe duyulan bir hayranlıktan bahsetse de, aşkın tanımına; ruhun güzelliği, bilgeliğin güzelliği ve kendindeki güzellik gibi tanımları da eklemiştir.
Oysa sadece dış görünüşüyle değerlendirdiğimiz bir insana karşı duyduğumuz hisleri aşk olarak nitelendirmemiz doğru mudur?
Sadece sahip olma tutkusuyla bir insanı zihinde yüceltmenin sonucunda, insan kendi içindeki karanlıkla yüzleşmeye başlar. Hırs, öfke ve elde etme tutkusu birleştiğinde yaşanan ızdırap hali, bir süre sonra kişinin kendisine zarar vermesiyle ve bununla da yetinemiyorsa elde edemediği kişiye zarar verme isteğiyle sonuçlanabilir. Tam da gündemimizde yaşanan kadın cinayetleri buna benzer bir örnekleme değil midir? Daha topluma uygun bir söylemle, “ya benimsin, ya toprağın!” olarak da bunu dile getirebiliriz. Oysa Platon’un bahsettiği “kendindeki güzellik” tanımı bizlere her zaman bencillik gibi öğretilmiş olsa da, insanın bencilce kendini beğenmesinden değil, kişinin ruhuna dönmesinden bahsetmektedir. Ruhun özgürleştirilmesi ve böylece önce kendini sevmek ve kendini sevgiye açmakla ilintilidir.
Tutkularının ötesine ulaşabilen insanın sevgisi de özgür kalacak ve sevilme beklentisiyle değil, gerçekten sevgiyi bularak yaşamasını sağlayacaktır.
Oysa bizler içimizdeki karanlıklarla boğuşarak yaşamayı öğrenmişizdir. En karanlık tarafımız ise kıskançlık barındıran boğucu yanımızdır. Bir akrep misali kendi kendini içlerindeki kıskançlıklarıyla zehirleyen insanlar, bu duygunun özünde insanca olduğunu savunurken, kendisiyle yüzleşmeyi başarabilmiş olanlar bunun öğrenilmiş bir tutum olduğunu anlayabilecek seviyeye çoğunlukla ulaşmışlardır. Hırslarımızın tetiklediği dürtüsel tepkiler, eğitemediğimiz karanlık tarafımızın gün yüzüne çıktığı anlarda kendini kolaylıkla gösterir. Ve bu karanlık yanlarımız elbette ki diğerlerine zarar verecektir ama en başta o zararı kendimiz görürüz.
Belki de bu bir nevi delilik halidir ama Nietzsce’nin de dediği gibi;
“Aşkta her zaman bir delilik vardır. Ama delilikte her zaman biraz mantık vardır.”
Yani her ne kadar kendimizi eğitmeyi başarmış olabilmemiz mümkün olsa da, aşka tutulduğumuzda delilik yaşama olasılığımızı da akla getirmek gerekir. Ama işte bu delilik anında belki de insanın kendi içine dönüp, ruhundaki bütünlüğü sağlamak adına, içinde yaratmış olduğu boşluklardan ve karanlıktan özgürleşmek için kendi kendisiyle tamamlanma çabasına girmesi gerekmektedir.
Peki bunu başarmak kolay mı?
Tabii ki değildir. Özellikle de melankolik bir toplumun bireylerinin acıya olan bağımlılıklarından kurtulabilmesi imkansızlık derecesinde zordur. Çünkü bağımlılıklardan kurtulabilmek için, önce gerçekten özgürleşmeyi istemek gerekir.
Kendi karanlığından özgürleşmek isteyen insan ise kendisini sevilmeye bırakacak kadar geniş yürekli olabilendir. Kapıyı açık bırakmıştır ve onun ruhuna yetebilen bir başkası, o kapıdan içeriye zaten kendisi girecektir.