Prof. Dr. Yıldız Demiriz ve Özel Müzik Hocası Cemal Reşit Rey Bey ∞ 10 Kasım Özel
“Atatürk’ün 1 Kasım 1934’te TBMM açılış konuşmasında ifade ettiği, “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir” şeklindeki sözleri, ilerleyen günlerde atılacak adımların ilk işaretiydi.”*
RE Books Arts Arşiv
Ekim köşe yazımda Nişantaşı Kız Ortaokulu’nu Prof. Dr. Yıldız Demiriz’in (1926-2016) anılarından kesitlerle öğrenmiştik. Bu süreçte; Yıldız teyzenin aktardığı kıymetli beden eğitimi öğretmeni detayı ile okul ve eğitim tarihimizle ilgili çok güzel, sürpriz bir gelişme oldu. Detaylarıyla ilerleyen yazılarımda aktarmaktan mutluluk duyacağım. Prof. Dr. Yıldız Demiriz’in “Nişantaşı’ndaki Müzikli Günler” anılarındaki Cemal Reşit Rey Bey ile yazı serimize devam edeceğimi ifade etmiştim, ama öncelikle Türk Beşleri’nden Cemal Reşit Rey’i kısaca tanıyalım.
Türk Beşleri
“İyi bir asker, devlet ve kültür adamı olan Atatürk, başta müzik olmak üzere sanatın her dalıyla yakından ilgilendi. Müziği, “hayatın ruhu ve neşesi” olarak tanımlayan ve savaş yıllarından itibaren musikimizin millî olması gerektiğinin altını çizen Büyük Önder’in bu alandaki ana hedefi, ulusun öz müziğinin geliştirilmesi, evrensel boyutlara ulaştırılması ve çok sesli müziğin Türk halkına benimsetilmesiydi. Bu da ancak planlı bir müzik eğitimi ve bu eğitimi verecek kurumların oluşturulması ile mümkündü.
Bu hedefler doğrultusunda ilk olarak Ankara’da Musiki Muallim Mektebi açıldı. 1 Eylül 1924 tarihinde kurulduktan iki ay sonra, 1 Kasım 1924’te eğitim öğretime başlayan mektebin başına Osman Zeki Üngör getirildi. 10 Ocak 1917’de açılan Dârülelhan ise Maarif Vekâletinin 9 Aralık 1926 ve 22 Ocak 1927 tarihli kararlarıyla İstanbul Belediyesine bağlı bir konservatuara dönüştürüldü. Yeniden yapılandırılan İstanbul Belediye Konservatuarı’nın çalışmalarında Batı müziğine ağırlık verildi. 1933 sonbaharında Millî Eğitim Bakanı Yusuf Hikmet Bayur’un başkanlığında yapılan bir toplantıda, Millî Musiki ve Temsil Akademisi’nin kuruluş kanunu gündeme getirildi ve akademinin kuruluşu TBMM’de 25 Haziran 1934’te kabul edildi. 2541 sayılı kanunla kurulan Millî Musiki ve Temsil Akademisi; Musiki Muallim Mektebi, Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası ve Temsil Şubesi olmak üzere üç kurumdan oluşmaktaydı. Fakat 1935-1938 yılları arasında periyodik olarak Ankara’ya gelip giden dünyaca ünlü kompozitör Paul Hindemith’in hazırladığı raporlar doğrultusunda, yeterli görülmeyen Millî Musiki ve Temsil Akademisinin yerine 6 Mayıs 1936’da kabul edilen bir yasayla Ankara Devlet Konservatuarı kuruldu. Ancak 12 Haziran 1936’da Filarmoni Orkestrası 3045 sayılı kanun gereğince akademiden ayrıldı. Musiki Muallim Mektebi ise 1938-39 öğretim yılında Gazi Terbiye Enstitüsü’nün bir şubesi haline getirildi.
*Atatürk’ün 1 Kasım 1934’te TBMM açılış konuşmasında ifade ettiği, “bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir” şeklindeki sözleri, ilerleyen günlerde atılacak adımların ilk işaretiydi. Nitekim bu konuşmadan 25 gün sonra Atatürk’ün direktifiyle Millî Eğitim Bakanı Abidin Özmen başkanlığında Cemal Reşit Rey, Necil Kâzım Akses, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Cezmi Erinç, Halil Bedii Yönetken gibi sanatçıların katıldığı bir Müzik Kongresi toplandı. Kongrede alınan kararlardan biri de millî yaratıcılığın ve sanatın geliştirilmesi, Musiki Muallim Mektebi’nin kadrosunun daha da iyileştirilmesi için bestecilerin ve usta çalgıcıların yetiştirilmesiydi. Aslında bu ilkenin uygulanışına 1925 yılında başlanmıştı. Maarif Vekâleti 29 Ekim 1924’te aldığı bir kararla hukuk, ekonomi, mühendislik alanlarının dışında sanatçıların da Avrupa’ya eğitime gönderilmesi için düzenlemeler yapmış, 1925 yılında açtığı bir sınavla Paris, Berlin, Budapeşte, Prag gibi şehirlere sanatçı ve öğretmen olarak yetişmek üzere genç yetenekler seçerek göndermişti. Bu doğrultuda Nurullah Şevket Taşkıran ile Halil Bedii Yönetken Avrupa’ya gönderilen ilk öğrencilerdi. Onları Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Alnar, Cezmi Erinç, Ekrem Zeki Üngör gibi isimler takip etti. O günlerde kendi imkânlarıyla Avrupa’ya eğitim almaya gidenler de (Necil Kâzım Akses, Cevat Memduh Altar gibi) daha sonra Maarif Vekâletince desteklendi. Yetenekli gençlerin Avrupa’ya eğitime gönderilmesine 1940’lı yıllarda da devam edildi (İdil Biret, Suna Kan gibi).
Atatürk’ün teşvik ve desteğiyle uygulanmaya başlanan bu devlet politikasının sonucunda, Batının belli başlı akademilerinden mezun olan ve çağdaş bilimin oluşturduğu tekniklerden faydalanarak eserler veren pek çok besteci yetişti. Marguerite Long, Laparra, Vincent d’Indy, Arthur Honegger, Joseph Marx, Alois Hába gibi dünyaca ünlü sanatçıların öğrencileri olarak yetişen isimlerin başında Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses geliyordu. Bu beş çağdaş Türk bestecisi, halkevlerinin yedinci kuruluş yıldönümü münasebetiyle 9 Şubat 1939’da düzenlenen Modern Türk Musiki Festivali kapsamında ilk defa bir araya geldi. Konserde Filarmoni Orkestrası eşliğinde Saygun’un Sihir Raksı, Rey’in Karagöz senfonik süiti, Alnar’ın Orkestra Süiti, Akses’in Çiftetelli senfonik dansı yorumlandı. Erkin de piyano ve orkestra için Konçerto’sunu Alnar’ın idaresinde seslendirdi. Besteci, eğitimci ve araştırmacı kimlikleriyle tanınan bu sanatçılar, radyodan canlı olarak da yayınlanan konserden sonra, müzik yazarı ve eğitimcisi Halil Bedii Yönetken’in Rus Ulusal Okulu’nun kurucuları Rus Beşleri’nden (Balakirev, Borodin, Cui, Musorgski, Rimski-Korsakov) esinlenerek yaptığı bir yakıştırmadan ötürü bugün Türk Beşleri olarak anılmaktadır.
Türk Beşleri aynı dönemde yaşamış olmaları, klasik müziğe gönül vermeleri, eğitimlerinin ardından ülkeye dönerek Cumhuriyet rejiminin resmî müzik politikasını gerçekleştirmeye çabalamaları ve ulusal kaynaklardan yararlanmaya öncelik vermeleri gibi ortak özellikler taşımakla birlikte, kişiliklerinden ve müzik eğitimi aldıkları çevrelerden kaynaklı üslup farklılıklarına da sahiptiler.
Nitekim ulusalcı bir kavrayışla yola çıkan Beşlerin ortak amacı, başlangıçta Türk halk ve geleneksel sanat müziğinin melodik, makamsal ve ritmik yapısıyla Batı müziği biçim ve tekniğini kullanarak besteler yapmak olsa da ilerleyen yıllarda her besteci kendi özgün duyuş ve düşünüşünü geliştirme yoluna gitmiştir. Çok sesli müziğin öncüsü olan ilk kuşak bestecilerimizin yaşam öyküleri ve yapıtları şu şekildedir:
Cemal Reşit Rey (1904-1985)
Türk Beşlerinin yaşça en büyük üyesi olan Cemal Reşit 25 Ekim 1904’te babasının görev yaptığı Kudüs’te doğdu. Babası Ahmet Reşit Bey Kudüs Mutasarrıflığı, Dâhiliye Nazırlığı gibi görevlerde bulunmuş bir devlet adamı ve Edebiyat-ı Cedîde’nin tanınmış yazarlarındandı. Annesi ise Sadrazam İbrahim Ethem Paşa’nın torunu Fethiye Hanım’dı. Cemal Reşit, müziğe annesinden aldığı piyano dersleriyle başladı. Sekiz yaşında ilk eserini besteledi. Ailesi İstanbul’a dönünce öğrenimine Galatasaray Lisesi’nde devam etti. Fakat Kâmil Paşa kabinesinde Dâhiliye Nazırı olan babası Ahmet Reşit Bey’in Bâbıâli Baskını (1913) sonrası memleketi terk zorunda kalması üzerine ailesiyle Paris’e yerleşti. Cemal Reşit, buradaki eğitimine Lycée Buffon’da devam etti. Bu süreçte ünlü piyano pedagogu Marguerite Long’tan ders almaya başladı.
Birinci Dünya Savaşı çıkınca ailesiyle birlikte Cenevre’ye geçti. Eğitimini St. Antoine Koleji ve Cenevre Konservatuarında sürdürdü. 1920’de Paris’e geri dönen Cemal Reşit burada Raoul Laparra ile kompozisyon, Gabriel Faure ile müzik estetiği, Henri Defosse ile de orkestra şefliği çalıştı. 1920-23 yılları arasında Paris’te ilk piyano konserlerini vermeye ve besteler yapmaya başladı.
1923’te Cumhuriyet ilan edilince, Dârülelhan’da piyano ve kompozisyon dersleri vermek üzere İstanbul’a geldi. 1926’da bir koro, 1934’de bir yaylı sazlar grubu kurdu. Grup, üflemeli çalgıların katılmasıyla senfonik orkestra özelliğine kavuştu ve topluluğun adı 1945’te İstanbul Şehir Orkestrası’na dönüştü. Orkestra, 1972’de İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası adını aldı. Cemal Reşit bu orkestrayı 1968 yılına kadar yönetti. 1930’lu yıllarda halkı çok sesli müziğe alıştırmak amacıyla ağabeyi müzisyen Ekrem Reşit Rey ile birlikte operetler ve revüler yazdı. İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenen Lüküs Hayat onun en ünlü ve halkın en sevdiği operet oldu. 1933 yılında ise Cumhuriyetin Onuncu Yıl Marşı’nı besteledi. Sözlerini Behçet Kemal Çağlar ile Faruk Nafiz Çamlıbel’in yazdığı Onuncu Yıl Marşı, günümüzde de ilk günkü heyecanla söylenmekte ve çok sevilmektedir. 1938-40 yıllarında Ankara ve İstanbul Radyolarında Batı müziği üzerine programlar hazırladı. Kendisinin, Türk ve dünya bestecilerinin eserlerini seslendirdi. İstanbul Filarmoni Derneği’nin de kurucusu olan Cemal Reşit Rey, 1949-60 yıllarında ise orkestra şefi olarak Avrupa’nın önemli sanat merkezlerinde çok sayıda konser yönetti.
Rey’in bestecilik serüveni dört ayrı dönemde ele alınmaktadır. Besteciliğinin birinci dönemi, 1919-26 arasında gençlik yıllarının ürünleri olan Fransız opera ve şarkılarından, ikinci dönemi 1926-31 arasında Türk halk müziği ezgilerini kullandığı eserlerden, üçüncü dönemi 1930-50 arasında ağabeyi ile birlikte oluşturdukları operet ve revülerden, 1950 sonrasını kapsayan dönemi ise onun Türk müziği ve tasavvuf felsefesinden esinlenerek yaptığı beste ve geniş orkestralı senfonik şiirlerinden oluşmaktadır. Cemal Reşit Rey, sanat hayatı boyunca pek çok ödül ve payeye değer bulundu.
Bunlar arasında; İspanyol hükümetinin Alfonso el Sabio Nişanı (1953), İtalyan hükümetinin Stella Della Solidarieta Nişanı (1957), Fransız hükümetinin Chevalier de la Legion d’honneur (1957) ile Officier de la Legion d’honneur (1973) payeleriyle, TÜSAV- Elli Yıl Sahnede Kalanlar Ödülü (1980), Devlet Sanatlar Akademisi Osman Hamdi Bey Ödülü (1981), Atatürk Sanat Armağanı (1981), Sevda Cenap And Müzik Vakfı Altın Onur Madalyası (1995) bulunmaktadır. 1981’de Devlet Sanatçısı unvanı alan Cemal Reşit Rey, öldüğü 7 Ekim 1985 tarihine kadar Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarında kompozisyon dersleri vermeye devam etti.
Piyanist, orkestra şefi ve öğretmen olarak senelerce hizmet veren Cemal Reşit Rey, şan ve piyano için şarkılar, koro için halk türküleri, marşlar, film, tiyatro ve radyo müzikleri, konçertolar besteledi. Bunlar arasında Sultan Cem, Zeybek, Köyde Bir Facia, Çelebi gibi operalar, Lüküs Hayat, Saz-Caz, Deli Dolu, Üç Saat, Bir İstanbul Masalı gibi operetler, Adalar, Alabanda gibi revüler, Enstantaneler, Fatih, Çağrılış Karagöz gibi orkestra eserleri, senfonik şiirler, konçertolar, orkestra için Anadolu Türküleri ile çok sayıda oda müziği, şan ve piyano eserleri yer almaktadır.” https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/turk-besleri/
Cemal Reşit Rey Bey ve Nişantaşı Kız Ortaokullu Yıldız Demiriz
“Telefon defterinden Cemal Reşit Rey Bey’in numarasını buldum ve anneme “Haydi randevu al” dedim. Randevu günü gittik, bir şeyler çalmamı istedi, ben de bana çaldırılan saçma sapan şeylerden birini çaldım. “Bir deneyelim ama öyle “morceau” çaldırmam” dedi. Benim istediğim de zaten o. Böylece üstadın öğrencisi olmak mutluluğuna kavuştum.
Benden memnun görünüyordu. Yetenekli sayılırdım, gayretliydim üstelik. Beğenisini kazandığım zamanki övgüsü “İyi şeyler var”, yapamıyorum dediğim zamanki teşvik biçimi de “Bu kelimeyi vokabülerinizden çıkarın” ya da “olacak efendim, olacak” şeklindeydi. O zamandan beri başaramadığım işler karşısında hiç “olmuyor” demedim.
Çok renkli, Osmanlıca Fransızca karışımı bir dili, orijinal benzetmeleri vardı. Konservatuarda armoni derslerine devam eden arkadaşım Canan ondan işittiği ilginç şeyleri armoni kitabının arka sayfasına yazmıştı. Piyasada bulunmayan kitabı Cemal Reşit Rey Beyle başladığımız armoni dersleri için kullanırken ben de ekler yapmıştım. Bazıları hâlâ aklımda. Haftanın hangi günü olduğunu sorarken Fransızcadan tercüme “Bugün neyiz?” derdi. Nemin fazla olduğu sınıfta “Rutubetten başımızda mantar çıkacak” demişti. Büyük bir odada 5-10 kişi ile ders yapıldığında dağınık oturan öğrencilerine “Sempatik oturalım”, çoktan götürmediğim armoni ödevini götürdüğümde “Dideler ruşen” derdi. İyi yönetilmemiş bir konser sonrasında “Bu insanı, affedersiniz merkep yerine koymaktır” demişti.
Ondan öğrendiklerim müzikten ibaret kalmadı. Daha sonra uğraşacağım Türk yazı ve tezhip sanatı ile, ilk kez Nişantaşı’ndaki ahşap konağın duvarlarında tanıştım. Engin kültüre sahip bir kimseydi. Bana, eserlerini okumam gereken kimi yazarları önerirdi. Benden sonra öğrencisi olmadığı için genellikle sohbete ayıracak vaktimiz kalırdı. O sırada konser vermeye gelen sanatçıların eleştirisinden, yazı sanatının ustalarına, köpeğinin cinsine varan geniş bir yelpaze içindeki her konudan söz ederdik.
Bir gün yüksek tansiyona karşı, çiftliğinde toplanan misafirlerine sarımsak kürü yaptıran bir Mısırlı Paşayı anlatmıştı. Yeni konuklarını trenden indirdiklerinde karşılayan personel, daha önce gelen konukların sarımsak kokusuna dayanabilmeleri için yeni gelenlere hemen sarımsak yedirmekle görevlendirilirmiş.
Sık sık benimle birlikte derse gelen annemle eskileri yenileri konuşurlardı. Biraz benim çalışma koşullarımın babamın sağlığı yüzünden zorlaşması, biraz da yeteneğimin buraya kadar olduğunu her ikimizin de fark etmesi yüzünden dersleri bıraktık. Bu kadar emeğin boşa gittiğini söylediğimde “Ama çok iyi bir dinleyici oldunuz. Sizler olmasanız biz kimin için çalacağız?” karşılığını verdi. Beni çok konuda etkilemiş bir insan olan hocamı ziyaret ettiğimi hâlâ rüyalarımda görürüm, ama son yıllarında onu ziyaret etmek nasip olmadı.
Bir gün üç yetişkinle birlikte siyah lüleli saçlı, elinde kocaman bir çikolata tutan tatlı bir küçük kız geldi tam ben derste iken. Cemal Reşit Bey “İzninizle biraz bu küçük hanımı dinleyeceğiz” dedi. Adı yeni yeni duyulmaya başlayan İdil Biret idi bu küçük kız, 4.5 yaşında idi o zamanlar. Hocam birbiriyle uyumsuz birçok tuşa birden basıyor, bu küçük kız hangi notalar olduğunu sıralayıveriyordu hemen. Şarkı söylenmesi istendiğinde ise dinlediğimiz bir Schubert Lied’i oldu. Bir de o minicik elleriyle nasıl başardığını bilemediğim Bach prelüdü çalmıştı.
İstanbul’un o zamanlar bir konser salonu yoktu, daha uzun zaman da olmayacaktı. Çeşitli mekânlar pek de sık olmayan konserler için kullanılırdı. Taksim Gazinosu’ndan tutun, Saray Sineması’na, Ar Sineması’na kadar çeşitli yerlerde konserler verilirdi. En güzel akustik Saray Sineması’ndaydı ve özellikle balkona ses çok güzel gelirdi, üstelik görüş de çok iyiydi. En uzun süre kullanılan ise, yanarak yok oluşuna kadar Şan Sineması’ydı. Tam bir mekâna kavuşuyoruz darken, yıllarca yarım kalmış inşaat alanını Gümüşsuyu’ndaki evimizden seyrettiğimiz Opera binamız ilk temsillerinden birinde kül oldu. Bomba patladı, ya da hemen yanındaki garajda arabalar alev aldı sandık önce ve sokaklara fırladık. Sonra alevleri seyrettik. Babam yanıyormuş gibi ağlıyordum.
İstanbul’da bugünkü orkestraların çekirdeğini oluşturan yaylı sazlar orkestrasının kuruluşuna şahit oldum. Zamanla nefesliler eklendi bunlara. Hemen tümü amatör sanatçılardı. Örneğin tek flütçü o zamanların yakışıklılığı ile ünlü sinema artisti Muzaffer Tema idi. Birçok doktor ve mühendis vardı orkestrada.
Leyla Gencer’in ilk sahneye çıkışına şahit oldum. Pazar sabahları gittiğimiz konservatuar konserlerinden birinde küçük bir solosu vardı. Koroyu yöneten ve hocası olan Muhittin Sadak tarafından güzel sesi ve başarılı yorumu için ön plana alınmıştı.
İstanbul’da bir Filarmoni Derneği’nin kuruluşuna şahit oldum. Müzikle ilgisi çok daha az olan annemin asli, benim ise yardımcı üye olmamı kafam bir türlü almıyordu. Yaşımın 18’den az oluşunun yasal engel oluşturduğunu, sonraları çalıştığım derneklere üye alındığımızda anladım ancak.
Evet, çok konser verilmezdi İstanbul’da. Ama misafir sanatçıların kalitesi de tartışılamazdı. Dönemin en ünlüleri ayağımıza gelmişti. İlk dinlediğim Wilhelm Kempff idi. Biletler kapanın elinde kalmıştı, ama annemin faal üyesi olduğu Yardım Sevenler Derneği organize edince en ön sıraya kurulmuştuk. Müzik için değil, yeni edindikleri uzun tuvaletlerin şıklığını göstermek için gala konserine gelen sözde müzikseverler, sade tayyörler içindeki anneme ve bana ters bakıyorlardı. Savaş sonrasının bu ilk konserine gelebilmek için derneğe kim bilir neler bağışlamışlardı.
Arkadan Walter Gieseking gelmişti. Bilet cebimde, sokaklar kar kıyamet, benimse ateşim kırka yakın. Yatağımda kalmam söylendiğinde kahroldum. Sonra da hayatımda ilk ve son defa olarak arka kapıdan kaçarak konsere gittim. Eve döndüğümde işiteceklerim umurumda bile değildi. Ben konsere gitmiştim ya, ateşim daha birkaç gün sürebilirdi artık.
Filarmoni Derneği bize, o yılların en ünlülerini dinleme fırsatı verdi. Genellikle sanatçı bir ya da iki resital verir, bir de artık İstanbul Filarmoni Orkestrası adını alan orkestramızla konseri olurdu. Konser provalarını izlememize izin verilirdi. Ben hep gider, böylece akşam konserlerini izleyeceğim sanatçıyı ve sanatını tanımak fırsatını bulmuş olurdum. Emekleme aşamasındaki orkestramız da bu misafir sanatçılardan kuşkusuz çok şey öğreniyor, deneyim kazanıyordu. Çok ünlü misafirlerimiz doğrusu toleranslı idiler ve biz dinleyicilerden gördükleri samimi ilgiden mutlu olduklarını sık sık dile getiriyorlardı. Şehir bandosunun elemanlarından oluşan nefesliler grubunun elindeki enstrümanlar bir panayır bandosuna layık şeylerdi. Hiçbir flütçümüz gümüş flütün rüyasını bile görmemişti. Ve zavallılar bu borulardan güzel sesler çıkarmaya uğraşıyorlardı. Evet, sanatçılarımız pek usta değildi, ama zaman zaman acayip sesler çıkarmalarının tek sorumlusu da onlar değildi. Hani “Alet işler el övünür” derler ya, işte öylesine…
Kimler gelmemişti ki?… Hemen aklıma geliverenleri şöyle sıralayayım. Alfred Cortot, Jaques Thibaut, Wilhelm Kempff, Gaspar Cassado, Pierre Fournier, Váša Příhoda, José Iturbi…
Sonralarını anlatmaya gerek yok herhalde. Ama benim müzik merakıma ne oldu dersiniz? Kuşkusuz dinleyici olarak sürdü, ama artık İstanbul’da her konsere, hatta her önemli konsere gidebilmek olanaksız. Konser çokluğundan – Tanrı’ya şükürler olsun – hepsini izleyemiyoruz artık. Bu da bir mutluluk. Kentimizde artık birden çok konservatuar, birden çok konser salonu ve birden çok senfonik orkestra var. Ayrıca yerleşmiş ve kendini dünyaya kabul ettirmiş bir de festivalimiz var. En önemlisi belki de, dışarıdan konser verecek sanatçı getiremezsek, onları aratmayacak kalitede nice sanatçımız yetişti. Ne mutlu bugünün müzikseverlerine.
Gelelim bana; önce mali güçlüklerle kuyruklu piyanomu sattım, daha sonra hapşırsanız komşudan işitilen bir apartmanda oturdum. Ayrıca piyanom olsa da çalacak zamanım olmadı. Uzun yıllar piyanosuz kaldım. Oysa piyano olmayan bir evde yaşayacağım gençliğimde aklımdan bile geçmezdi.
Lise diplomasının birçok kapıyı açan kilit olduğunu çok sonra fark ettim. Almancayı rahat konuşabiliyor, yazabiliyor, çeviri yapabiliyordum. Ayrıca teyp ve benzeri cihazların bulunmadığı o dönemde aranan bir beceri olan stenografiyi de öğrenmiştim. Ama bir işe girmek, örneğin sekreter olmak için arananlar bu bilgi ve beceriler değil, lise diploması idi.
Radyodaki bir anons beni profesörlüğe kadar götürecek süreç için itici güç oldu. İstanbul Radyosu için klasik batı müziği programları hazırlayacak ve diskoteki düzenleyecek bir eleman aranıyordu… ve tek koşul vardı “En az lise mezunu olmak”. Piyano çalmaktan vazgeçtikten sonra da sadece konserlere gitmekle kalmıyor, dinlediklerimi fişlere yazıyor, aynı eseri birden fazla sanatçıdan dinledimse, kendi özgün fikrimi yazıyor, karşılaştırıyordum. Klasik Batı Müziği konusunda teorik bilgim de iyi sayılırdı. Ama bütün bunların hiçbir değeri yoktu, evet tek koşul vardı, lise mezunu olmak.
Hemen giyindim, çantamı omzuma taktım, anneme bir işim çıktığını söyleyerek sokağa fırladım. Önce, sonradan liseye dönüştürülen eski okuluma gittim ve müdürle konuştum. Nasıl lise mezunu olunabileceğini öğrenmek istiyordum. Müdür, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurularak okul dışından sınava girilebileceğini; ama kendi okulum liseye henüz dönüştürüldüğü için burada okul dışı mezuniyet sınavının yapılmadığını söyledi. Bu sefer soluğu Millî Eğitim Müdürlüğü’nde aldım, koşulları ve gerekli belgeleri öğrendim ve en kısa zamanda başvurumu yaptım.
Nisan sonuydu ve hazırlanmak için pek zamanım yoktu. İlk aşamada zaten hazır olduğum Almanca, Türkçe kompozisyon gibi birkaç dersle başladım ve üç sınıfın sınavlarını dört dönemde tamamlayarak, 10 yılı aşkın bir aradan sonra lise diplomasına kavuştum.” Yıldız Demiriz, “Sıradan Bir Aile” kitabından, RE Books Arts Arşivi
Prof. Dr. Yıldız Demiriz ve Özel Müzik Hocası Cemal Reşit Rey Bey’in Aziz Hatırasına
Yıldız teyzenin konserlerini izlediği meşhur solistlerin bazılarını Ercüment Bey amcanın kaleme almış olduğum anılarında da yer aldığı için eklemek istedim. Ercüment Atabay’ın Nişantaşı High School for Boys ve Hüsrev Gerede anılarını ileriki bölümlerde fotoğraflarıyla aktaracağım. Evlerinde ağırlandığım, sohbetler ettiğimiz gerek Ercüment Atabay gerekse de birlikte evinde çalıştığımız Afife (Sayın) Hoca’nın müzik ve Atatürk sevgi, saygı ve minnetlerini de yeri gelmişken belirtmek isterim. Tıpkı ağırlandığım ev ve iş yerlerinde yaşadığım gibi…
Dr. Ercüment Atabay ve Müzik
“Beyoğlu’na kravatsız çıkamazdık. 1945’ten, II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın en meşhur solistleri İstanbul’da konserler vermeye geldiler; Thibaut (Tibo), Cortot (Korto), Viseling, Zerialda… gibi. Konserler, Saray Sineması’nda olurdu. 1930’larda adı Glorya idi. Etoile, Alkazar, Melek Sineması da vardı. Saray Sineması özellikli idi. İstanbul çok küçüktü, konserlere gidenler mahdut kişilerdi. Konuşulmasa bile bir göz aşinalığı olurdu. Mavi saçlı bir hanım vardı. “Yine gelmiş, locada oturuyor” denirdi. Müziğe merakım çoktu. 1000 taş plağım vardı. Hepsini bir talebeme hediye ettim. 150 uzunçalar, 220 kaset, 100 CD’im ile mutlu oldum. Beethoven, Mozart, Bach’ı, operayı severim.” Rengigül e-kitabından
Çağdaş Müziğimizin Öncüsü: Cemal Reşit Rey – Evin İlyasoğlu
“Yağmurlu bir sabahta Beşiktaş’taki Serencebey Yokuşu’nu tırmanıyorum. Sonunda karşıma Yasemin Apartmanı çıkıyor. 1 numaralı zile basıyorum. Kapıyı açan nazik kişi belli ki köklü bir Osmanlı beyefendisi: “Ooo buyursunlar efendim. Hoş geldiniz, safalar getirdiniz” diyerek beni içeri buyur ediyor. İlk karşılaştığım görüntü o küçücük dairenin içinde çok yabancı duran, eski zamanların kocaman bir Nişantaşı konağından artakalmış eşyalar: Yerden tavana büyük bir ayna, çevresi sarı yaldızlı kabartmalarla bezenmiş. Kim bilir konağın konuklarından hangi büyükelçileri, hangi devlet adamlarını, önemli tiyatrocuları, dünya çapında piyanistleri, bestecileri yansıtmış! Kimlerin şarkılarını dinlemiş, kimlerin piyano yapıtlarını duymuş! Şimdi hepsi “öbür âleme intisap” etmiş kişiler.
Cemal Bey koltukların üstlerine serili bej rengi örtüleri kaldırmaya çalışıyor. Zarif ama ipek döşemesi sararmış, yer yer eprimiş kanepede yan yana oturuyoruz. Safa geldiniz merasimi bitince önce pederini ve validesiyle evlenmesini, sonra mutasarrıf olarak Kudüs’e tayinini ve kendisinin orada dünyaya gelişini anlatıyor. Sanki her olaya tanık olmuşçasına gözlerindeki parıltıyı eksiltmeden, son derece canlı konuşuyor.
Ailesinin tüm fertleri ölünce Nişantaşı, Şair Nigâr’daki o dillere destan, görkemli konağı satıp Beşiktaş, Serencebey Yokuşu’ndaki küçücük apartman dairesine sığışmak Cemal Bey’e ağır gelse de bunu hiçbir zaman belli etmiyor; yeni yaşamını sokağın geçmişteki “saraylı” görkemiyle özleştirip kendini avutuyor. Soyundaki kimliğine hiç yaraşmayan bu koşulları görmezlikten gelebilmek için bir düş dünyasına sığınmış. İslam dinini gayet iyi tanıyordu. Bizim söyleşimiz sırasında Serencebey Camii’nden ikindi ezanı okunmaya başlamıştı. O da söyleşimizi keserek ezana kulak kabarttı ve: “Hay Allah, yine yanlış makamda okuyor!” diyerek öfkelendi. Aslında müezzin onun dostuymuş, çok kez karşı karşıya sohbet ederlermiş. Meğer o andaki ikindi ezanı “rast” makamında okunacağına akşam ezanına ait “segâh” makamında okunmuş! Ben de böylece o gün, her ezanın ayrı makamda okunması gerektiğini öğrenmiştim.
Yaşam öyküsünü anlatmaya devam ederken Cemal Bey’in bir “hayal dünyası” içinde yolculuğa çıktığını fark ettim. O dünyanın perdelerini müzik âleminin notalarıyla örmüş, aradan sızan yaşam gerçeklerine de pek fazla itibar etmemişti. Osmanlı geleneğinde, Fransız zevkinde ve hep o eski konağın “sırça köşk” tılsımında yaşıyordu. Her şeyin üstünde tuttuğu müziğinin dünyası ve hâlâ ziyaretine gelen birkaç öğrencisi ile sohbet etmek onu gündelik yaşamın katı gerçeklerinden koruyordu. Cemal Reşit Rey hem Osmanlı gelenek ve törelerine bağlı bir ailenin çocuğu hem de Cumhuriyet’in getirdiği yeni değerlerin sahibiydi. Bence Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçişin bir simgesiydi. İçinde yaşadığı zaman dilimindeki yenileşmeyi müzik sanatına uygulamış hatırı sayılır bir öncü besteciydi. Avrupa’nın önemli müzik merkezlerindeki büyük orkestra şefleri ve besteciler Cemal Bey’in dostu olduğu kadar, onun hayranıydılar. Çünkü o güvenilir bir kaynaktı. Ondan Osmanlı’daki müziği, makamsallığı ve makamsal müziğin tampere sistem ile bağdaşmasını öğreniyorlardı. Nice yapıtının ilk performansı Türkiye’den önce Paris’te yapılmıştı.
Operetler, Revüler Ve Marşlar
“Operetler, tamamen hayatımın bir başka yönü. Efendim, şimdi yine eskiye avdet edeceğim: Yanılmıyorsam 1933 senesiydi. Şehir Tiyatroları müdürü ve rejisörü Muhsin Ertuğrul ve İstanbul Valisi de Muhiddin Üstündağ idi. O zaman Şehir Tiyatroları’nda oynanan eserler çalışılıyor, iyi bir sanatçı kadrosu ile oynanıyor ancak bir haftadan fazla devam etmiyordu.
Bir gün İstanbul valisi, rahmetli biraderim Ekrem Reşit ile beni çağırdı. ‘Paris’ten geliyorum. No no Nanet diye bir operet seyrettim. Pek hoşuma gitti. Üç sene oynamış Paris’te. Buna benzer bir şey yazın da şehir tiyatrolarında oynasın’ dedi. Biz, çıktıktan sonra biraderim ile düşünmeye koyulduk. Bunun müziği, hiç benim çalışmalarımla alakası olmayan şekilde, küçük bir caz orkestrası için yazılmıştı. Biz de bir operet yani bugünün tabiriyle bir müzikal yazdık. Muhsin Ertuğrul’a götürdüğümüzde pek canıyürekten karşılamadı. O Shakespeare gibi klasikler oynansın isterdi. Şehir Tiyatrosu’nda o sıralar çok da iyi sanatçılar vardı: Hazım Körmükçü, Vasfi Rıza Zobu, Şevkiye May, Bedia Muvahhid gibi. Neyse bizim operet sahneye konacak, ama bir türlü isim bulamıyoruz. Biraderim Muhsin’e şöyle dedi: Oyunun sonunda sen halkın arasından geç ve sahneyi durdur. Sonra da ‘Çocuklar yeter artık, üç saat oldu’ diyerek perdeyi kapattır! Böylece ‘üç saat devam eden bir oyun’ manasında, Üç Saat oldu piyesin ismi. Bütün mevsim lebâleb dolu oynadı. Sonraki mevsimin başında Muhsin yine geldi: ‘Eee, çocuklar bu sefer sahneye ne koyuyoruz?’ diyordu.
Biz de biraderimle ertesi mevsim, el’an bugün oynanmakta olan Lüküs Hayat’ı yazdık. O zaman bizim millete Lüks demek biraz güç geliyordu, ‘Lüküs’ deniyordu. Oradan gelen bir espri! Zengin zümrenin yaşadığı lüks hayata dalmak isteyen iki serseri. Bir tanesini Hazım oynuyordu, diğerini de Vasfi Rıza Zobu. Aman efendim, bütün mevsimi nasıl doldurdu, başka bir oyun oynanmadı. Hadi bu sefer başka bir operet: Deli Dolu. Şehir Tiyatrosu o sıralarda ikiye bölünmüştü: Tepebaşı’nda dram eserleri oynanıyordu. Fransız Tiyatrosu’nda, Halep Çarşı’sında, operetler vardı. Biz bütün sanatkârlarla birlikte Fransız Tiyatrosu’na geçmiştik.
Lüküs Hayat’ta orkestrasyonu şu şekilde yazmıştım: İki piyano, saksafon, klarnet, trombon, trompet ve vurma sazlar yer alıyordu. İki piyano o zaman pek moda idi. Her akşam ve matinede, Allah’ın her günü Ferdi Ştatser ile ikimiz iki piyanoda çaldık. Deli Dolu’da daha büyükçe bir caz orkestrası vardı. Onun da süksesi o kadar sağlam olmuş ki iki-üç yıl önce AKM’de iki mevsim yine lebâleb dolu oynadı.”
Operaları, piyano parçaları, konçertoları, senfoni ve senfonik şiirleri bir yana Cemal Bey, dillerden düşmeyen marşları, operetleri, müzikalleri, revüleriyle halkın gönlünde taht kurmuştur.
Ülkemizde Cemal Reşit’i hiç tanımayan, başka yapıtlarını hiç duymamış olanlar bile, onun Onuncu Yıl Marşı’nı dilinden düşürmez. Mehter’in vurmalıları ile muhteşem girişi, sonuna kadar koruduğu canlı temposu, sesin söze uygunluğu (prosodisi) bugüne kadar başka hiçbir marşımızda görülmemiştir.
Marşının güftesini Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel yazmışlardır. O dizeler üstüne bir marş bestelenmesi için yarışma açılır.
“Çıktık açık alınla/ on yılda her savaştan/ on yılda on beş milyon/ genç yarattık her yaştan/ Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz Tunç siperi/ Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk, ileri.”
Cemal Bey’in ne denli saf, çocuksu bir kişilik taşıdığını anlatmak için bu marşın bestelenme ve yarışmayı kazanma öyküsünü de anlatmalıyız: Kaç kuşaktır babadan oğula söylenegelmiş, Türkiye’de doğup büyüyen herkesin hemen dilinin ucunda mırıldanabileceği bir marş!” , Evin İyasoğlu, “Çağdaş Müziğimizin Öncüsü: Cemal Reşit Rey”den, 2023, İBB, İst
“Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.” Mustafa Kemal
“1926 yılı, Türkiye için kültür hamlelerinin hızlandığı sene olmuştu. Bu kültür savaşının başında, aynı Başkomutan vardı. Bu sefer elbisesi sivil, karargâhı kütüphane, silahları kitaplardı…”,
İ.Ü. Bülteni Atatürk Özel Sayısı, Cilt II, Sayı 2, Ocak 1982, Sahibi: İ.Ü. adına Prof. Dr. Cem’i Demiroğlu, Yazı İşleri Müdürü: Rengigül Yaltırık
Prof. Wilhelm Kempff Türkiye’de – İdil Biret
“Haziran 1982’de, Prof. Kempff’in İtalya’da Positano köyünün tepelerinden Akdeniz’e bakan villasında geçirdiği bir haftalık konaklama sırasında Prof. Kempff’in Türkiye ziyaretleri konusu gündeme geldi. O gün özellikle mutluydu. Öğleden sonra geç saatlerde bir Schubert sonatını çalmıştı ve İdil piyanosunun yakınında çekilmiş bir fotoğraf için ona katılmıştı. Akşamın ilerleyen saatlerinde, akşam yemeğinden sonra, Türkiye’ye ilk ziyaretinin ne olduğu sorusu soruldu. 1930’larda mıydı? “Hayır, çok daha önce” diye cevapladı. “Türkiye’yi ilk kez 1927’de ziyaret ettim” dedi Kempff ve devam etti, “Ankara’da Halkevi’nde (halk konserleri, tiyatro gösterileri vb. için bir salon) bir resital verdim.
Kemal Paşa (Atatürk’ten her zaman böyle bahsederdi) daha sonra beni Cumhurbaşkanlığı konutunda arkadaşlarıyla birlikte akşam yemeğine davet etti (Ankara’da bir tepe olan Çankaya’da). Akşam çok sayıda insan toplandı ve yemek yaklaşık 23.00’e kadar sürdü. Misafirler ayrılırken benden geride kalmamı istedi ve herkes gittikten sonra çalışma odasına geçtik. Orada Kemal Paşa, Türkiye’de modernleşme çabalarının bir parçası olarak hukuk, eğitim ve kamu hayatını etkileyen diğer alanlarda birçok reform yaptığını söyleyerek sohbete başladı. Klasik müziğin, reform hareketinin kaynağı olan batı kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğunu söylemeye devam etti. Bu nedenle, ülkedeki modernleşmeye doğru gidişin bir parçası olarak Türkiye’de klasik müziğin yaygın olarak tanıtılmasının gerekliliğini hissetti.
Kemal Paşa, Türkiye’de müzikte de paralel reformlar yapılmadan diğer alanlardaki reformlarının eksik kalacağından korktuğunu söyledi.
Kemal Paşa daha sonra bunun nasıl başarılabileceği, bu amaçla hangi okulların, kurumların kurulacağı ve klasik müziğin temellerini inşa etmeye yardımcı olmak için Türkiye’ye davet edebileceğim seçkin müzisyen ve müzikologların kimler olabileceği konusunda düşüncelerimi sordu. Ben de fikirlerimi söyledim, kendisine bu konuda Wilhelm Furtwangler’e de danışmasını ve belki de kendisini Türkiye’ye davet ederek Türkiye’de klasik müziğin sistemli bir şekilde tanıtılması için bir örgütlenme planı yapılmasına yardımcı olmasını önerdim. Tartışmalarımız sabah saat 4.00’e kadar sürdü, bu saatte de ben vedalaştım.”
Prof. Kempff daha sonra denize doğru baktı ve bir anlık sessizlikten sonra, “Kemal Paşa büyük bir adamdı” dedi.
(Türk hükümeti daha sonra Furtwangler’i klasik müzik eğitimi için kurumların kurulması için gerekli tavsiyelerde bulunmak üzere Türkiye’ye davet etti. Taahhütleri nedeniyle bunu yapamadı, ancak bu amaçla Paul Hindemith’in davet edilmesini önerdi. Hindemith daha sonra geldi ve Ankara Konservatuvarı ve kamu müzik eğitimi için diğer kurumların kurulması için bir rapor ve eylem planı hazırladı). Prof. Kempff, 1927’den 1963’e kadar geçen 36 yıllık süre içinde Türkiye’yi birçok kez daha ziyaret etti.” https://idilbiret.eu/prof-wilhelm-kempff-in-turkey/
Ekim dendiğinde 29 Ekim. Kasım dendiğinde 10 Kasım aklıma gelir. 101. yılını kutladığımız Cumhuriyetimiz, kurucumuz Atatürk’e saygıyla ve onun çizdiği yolda sürsün dilerim.
O, büyük düşünür, dâhi bir lidermiş.
Ruhları şad olsun.