Çöküş öykülerini sever misiniz?
Dibe batışın, denizin üzerindeki yakamoz oyunları gibi size yumuşak iniş sunduğu ama hızla battığınız çöküşler mesela?
Tüm görkemi ile ince sarmal bir tabaka hikâyesinde sizi içine çeken çöküşler mesela?
Modern klasiklerin en şaşaalı çöküş hikâyelerinden birisini irdeleyelim:
Bir çöküşün, yok oluşun, silinişin hikâyesini nokta atışı, dönemin iktidarının sarhoşluğuyla zehirlenen bir kadının ruh halinin dalgalanışını tüm canlı renkleriyle bize sunuyor Zweig.
Klasik erkek yazar anlayışının izinden giderek görkemli bir çöküşü zehirli ve gururlu yüksek aristokrasiden nostaljik bir kadın karakterin ruhunu, bedenini, hayatının gölgelerini, acımasız spot ışıkları altında tüm hatlarıyla okuyucuya sunuyor. İktidarın gücünü şık bir broş taşır gibi taşıyan, o broşun parlak taşlarını yitirince yaşamasının da anlamsız olduğunu, ölümünün dahi gücün ve insanlarının ilgisini çekmeye çalışıp kurgulayan Fransız aristokratın özel ve gerçek hikayesine dayanır.
Paris’in ışıltılı sokaklarından Normandiya’nın bakir ve ışıltısız doğasına uzanan sürgün yolculuğunda insanı derinden etkileyen bir şey var:
Genel kavram olarak “çöküş” nesne ya da insanın son dayanaklarının çatlaması ve kırılmasına, ezilmesine dayanır. Varolmanın dayanılmaz acısının doğal gölgelerinden biridir, tıpkı; ölüm, doğum, yaşam gibi. “Çöküş”ün “çökmenin” bu kadar korkulu ve tedirgin edici tema içermesi ve hüzün barındırması bizi etkiler. Çünkü tüm bunlar çöküş içine girmiş insanın ne denli dönüşeceği ve denli dönüştüreceğini düşündürtür. Çöküşün başındaki insanla, sürecindeki insan ve sonundaki insanın kendi içindeki uçurumları dehşete düşürür. Zweig bu dönüştürücü çaresizliği “Bir Çöküşün Öyküsü”nde muazzam bir şekilde geliştirip okuyucuya sunmaktadır.
Çevresini sürekli manipüle eden kadının tabiatına uygun bir ölüm sahnesiyle biten novella bize çöküşün aynadaki terör havasındaki yansımasını gösterir.
Okuyun.
Okutun.