Herkes bazın birazcık sıradan bir insan olmayı düşler. Filmlerde izlediğin, kitaplarda okuduğun kahramanlar; prensler, prensesler, şövalyeler ve döneminin popüler insanları, sahip oldukları hayatlarından öylesine sıkılmış ve öylesine bir baskı altındadırlar ki, yalnızca bir saatliğine herkes kadar sıradan biri olabilmek için neler vermezlerdi. Sokakta sıradan biri gibi yürümek, bir dondurmacıdan aldığı dondurmasını şöyle bir ağzını, yüzünü kirlete kirlete kimseden çekinmeden yaramaz bir çocuk gibi keyifle yemesi onun için ne paha biçilmez bir duygu olurdu kim bilir. Hatta olanağı varsa, sıradan olabilmek ve herhangi biri olmanın geçici tadına varabilmek için, ülke değiştiren pek çok kişi olduğunu da okumuşsundur. Içine bulunduğu gerçekliğin ötesinde, kendi gerçeklerini ararken, kimin ona dair gerçekte ne düşündüğünü ve kimin onu sahiden sevip sevmediğini bulmaya çalışır yüreğiyle.
İnsanın her an bir kahraman ya da önemli biri olmama arzusunu kavrayabiliyor musun? Aslında bu kısacık yaşam parçasında kendi kimliğini, varlığını ararken; çoğunlukların içinde sahip olduğun farklılıklar senin, benim, hepimizin hayatlarını kendi gücü altına alıyor ve üzerine basarak onu yok oluncaya deyin çiğneye çiğneye eziyor. Sonra seni görünmez kılıyor ve sen bu görünmezliğin arkasında çırpına çırpına nefes almaya çabalıyorsun. Peki nereye giderse gitsin, hangi kimlikte olursa olsun, asla sıradanlığa ulaşamayacak kimlikleri hiç düşünüyor musun? Bir insan sadece kendi gibi olmayı seçerek de sıradan biri olamaz mı?
Genel çoğunluğun dışında kalan her kimlik, her varlık, zamanla yok sayılıyor, görmezden geliniyor ve sıradan olabilmenin özlemiyle azar azar kayboluyor; Yitip gidiyor bu karmaşık çetrefilli hayatın içinden. Sıradan hayatların içinde sıradan biri olmaya çaba gösteren Yeti farkına sahip bireyler, senin değiminle engelliler, çoğunlukla bir yardım objesi olarak algılanırlar. Hiçbir karşılık beklemeden, kendine yardım edilen her an birine ihtiyacı olacak bir objeymiş gibi davranılır onlara. Ondan gelecek basit bir minnet etme duygusu bile sana yetebilir. Evet yardımlaşmak dediğin şey ille de karşılıklı olması gereken bir davranış değildir elbet. Ama bu yardım etme hali tek yönlü, karşısındakini edilgen kılan, kendisine hep bir minnettarlık duyulmasını bekleyen ve yardım alan kişinin muhtaciyet duygusunu hissettirmeyi temel alan, ona yukarıdan bakan bir yardımlaşma haliyse, sanki yeniden bir yapılandırma süreci gerekiyor bence. Sanırım bu noktada yardımlaşma ve dayanışma kavramlarını birbirinden ayırman ve yeniden tanımlaman gerekecek. Eğer yeniden tanımlamazsan, geleneksel olarak buna devam edeceksen demektir. Bu durumda yardım alan kişinin hep senden bir alt seviyede olduğunu, onun edilgen senin etken olduğunu hissedip, yardımseverliğinle övünmeye devam edebilirsin. Bir yandan da sen benim dengim değilsin mesajını vermiş olup, eşitlik temelinde kurulacak bir ilişkinin kapılarını tamamen kapatmış olursun. Yeti farkı olan arkadaşlarına düzenli olarak yalnızca bir şeye ihtiyacı olup olmadığı sorusunu sıkça soruyorsan, çok üzgünüm sen de etken olma çabasına girmiş yardımsever kategorisinde yarışıyorsun.
Sıradan olmaya ve yaşamaya çalışan; senin yalnızca basit bir yardım objesi olarak gördüğün bu bireyleri, bir işveren olarak işyerine yakıştırmadığın için işe Kabul etmiyorsun. Oğlunun ya da kızının bu bireylere âşık olmasını ve onları seçmesini asla istemiyorsun. Okulda çocuğuna Öğretmen olmasına kesinlikle mesafeli duruyorsun. Bir saniyeliğine olsa ona âşık olmayı aklından bile geçirmiyorsun. Ama kalbine set çekebiliyor musun? Peki neden böyle yaptığını biliyor musun?
Tarihten bugüne; yeti farkı olan bireylerin bir kahraman olduğunu, ütopik şeyler yaptığına inanmış veya onların korkunç yaratıklar olduğunu yazmışsın geçmişin pürüzlü anılarına. Ne çok yaşamı seviyor ne çok barışık yaşıyorsun bu hayatla söylemleriyle sahte kahramanlıklar yüklemişsin omuzlarına. Şimdi bir kez daha düşün; ondan beklentini ne çok düşürdüğün çıkmıyor mu ortaya? Sıradan başarıları ve başarısızlıkları fazlaca övüp, tepeye çıkarmıyor musun boşu boşuna? Tam da bu nedenle kendi yarattığın kahramanınla, sıradan bir ilişki kuramıyorsun ve gündelik mevzulardan konuşamıyorsun onunla. Yarattığın kahramanlık çadırından ne onun dışarı çıkmasına izin veriyorsun, ne de sen bir kez kapısını aralıyorsun iplerini sıkı sıkıya kendine bağladığın çadırın.
Eski Mezopotamya’da engelli bireylerin yaratılması sürecine dair ne söylendiğini hiç duydun mu? Tanrının kötü bir zamanına denk geldiği bir günde engellilerin özenilmeden yaratıldığını Yazar kadim metinlerde. Peki Orta çağda engellilerin içlerinde bir şeytanla doğduklarına inanıldığı için, bu şekilde eksik yaratıldıklarının yazıldığını okudun mu bir yerlerden? Eğer yeni doğan engelli bebekler anında öldürülürse, içlerindeki şeytanla beraber bu dünyadan yok edilmiş oluyorlardı. Bir biçimde yaşamayı başaran engelliler de toplumdan izole edilir ve zarar vermesinin önüne geçildiği sanılırdı. Zihinsel engelli bireyler, çoğunlukla bu dönemde deli olarak adlandırılmış ve toplumdan uzaklaştırılmıştı. Ancak bu delilerin bir kısmından korkulduğu ve kendilerine kutsallık da atfedildiğini öğreniyoruz tarih sayfalarından.
Tarihe şöyle kabaca bir baktığında, hala günümüze kadar uzanan bir tavırla, yeti farkıyla doğan bireyler kimi zaman bir melek, kimi zaman da bir şeytan olarak adlandırılıyor. Öyle bireyler ki bu kişiler, hem Bulunduğu toplumlarda uğursuzluğa neden olarak gösterilebiliyor; hem de günahlardan azade, tertemiz ve tüm kutsallaştırmaların kaynağı olarak değerlendirilmeye devam ediliyor. Her iki perspektifin de ne kadar kaygı verici ve tehlikeli olduğunu anlayabiliyor musun? Yeti farkına sahip biri olarak seni melek olarak adlidenler, seni bir iyilik timsali, masum, tertemiz, rahatça içini dökebileceği, gerekli gereksiz her şeyi anlatabileceği bir obje olarak görebilirler. Sana belki halini hatırını sorarlar ama seni herhangi bir işin parçası yapmazlar. Sen sadece olsan olsan akademik çalışmalara konu olabilecek ve bir bilimsel çözüm gerektiren biri olabilirsin. Ezkaza bir işin ucundan tuttuğunda veya katılmayı başardığın konuda da sadece maskot olmayı elde edersin. Pek çok kişinin bu geçici iktidar olma halini hayatı boyunca benimsediğini üzülerek görüyorum. Belki de bu geçici iktidar olma hali ayaklarına bağlanmış paslı zincirlerdir. Bir gün kurtulmaya çalıştığında, bu paslı zincirlerin etine ve kemiğine nasıl kaynadığını göreceksin.
İktidarını sürdüğün ve sana dayatılan bu konforun bir parçası olmaya devam ettiğinde, kendi kişiliğini öne çıkaran veya sana dayatılan herhangi bir duruma karşı bir şey ifade etmeye başladığında, işte o zaman soğuk gerçeklerle tanışıyorsun. Melek olma durumun tamamen ortadan kayboluyor ve sen çok kısa bir sürede nanköre, hatta şeytana dönüşebiliyorsun. Bir diğer yaklaşımda da yeti farkı olanlar, şeytan olarak adlandırılıyor ve bu defa da üzerine olumsuz olgular yüklenerek yeni tanımlar alıyor. Toplumun bu olumsuz anlam yükleme halini yalnızca yeti farkı olanlar için değil, kendine benzemeyen tüm farklı gruplar için görmen mümkün. Bu anlayışta engelli bireylerin uğursuz olduğu, bereketi yok ettiği, anne ve babalarının işlediği bir günahın sonucunda doğdukları için felaketlere yol açtıkları şeklindeki düşüncelere rastlıyoruz. Örneğin yeti farkı olanlarla karşılaştığında, sen de öğrenme yoluyla çoğunlukla onların pis, aptal, tehlikeli ve uğursuz olduğunu düşünüyorsun. Beklentilerinin altında biriyle karşılaştığında, sende de kaygı ve korku ortaya çıkıyor itiraf etmesen de. Gördüğün gibi toplumun engelliliğe dair temel bilgisinin ardında, sosyal temsiller, yanlış değerler ve inanışlar, hatalı öğrenmeler var. Toplum engelli bireylerin ailelerini, çoğunlukla da annesini dışlıyor, aşağılıyor ve suçluyor. Çünkü ona göre aileler günah işledikleri, başkalarına kötülük yaptıkları için bir engelli çocuk sahibi olmuşlar. Dolayısıyla o kişiler ve onların engelli çocuklarıyla bir araya gelmek istemezsin. Kim bilir belki de günahların bulaşıcı olduğunu düşünüyorsundur.
Oysa bu yaşamın içinden geçen her birey biriciktir ve tektir. Kendine özgüdür ve herkesten farklıdır. Farklı olmak, senin değiminle her zaman kötü bir şey anlamına gelmez. Ancak sen sana benzemeyen, senin gibi olmayan, senin gibi düşünmeyen ve hissetmeyen herkesi çemberin dışına itmeye çalışıyorsun. Eğer çemberin dışına itemiyorsan, onu etiketliyorsun ve belli bir kalıba sokuyorsun. Tanımlamalarınla küçültüyor, ona yalnızca kendi onayladığın anlamları veriyorsun. Verdiğin bu anlamsız anlamların altında hem kendin boğuluyorsun hem de farklılıkları boğuyorsun. Anlamsız anlamlarını yeniden inşa etmen dileğiyle.
Sevgimle, sevdamla.