İnsan, var olmanın hem lütfunu hem de yükünü taşıyan tek canlıdır. Varoluşçu psikolojiye göre, diğer nesnelerin aksine, insanın bir “özü” (önceden belirlenmiş bir anlamı) yoktur; önce var olur, sonra kendini tanımlar. Bu temel özgürlük ve sorumluluk, bireyi yaşamı boyunca sürecek olan bir var olma mücadelesine iter. Bu mücadele, özellikle modern dünyada, kendini kaygı ve panik atak gibi yıkıcı nevrotik tablolarla göstermektedir.
Varoluş mücadelesinin ilk tohumları, Otto Rank’ın Doğum Travması (Birth Trauma) kuramıyla anlaşılabilir. Rank’a göre, insanın yaşadığı ilk ve en temel anksiyete, anne karnındaki birleşik, güvenli durumdan dünyaya fırlatılma, yani ayrılık anksiyetesidir. Bu olay, hayat boyu sürecek iki temel varoluşsal karşıtlığın kaynağı olur:
- Birleşme İsteği (Güvenlik): Tekrar o güvenli, bütünleşik duruma dönme arzusu.
- Bireyleşme İsteği (İlerleme/Özgürlük): Kendine ait, bağımsız bir varlık olma, kendi varoluşunu yaratma çabası.
Çocukluk, bu iki kuvvet arasında gidip gelinen sancılı bir dönemdir. Çocuk, bir yandan ebeveynlerine bağımlı kalarak güvende olmak isterken, diğer yandan kendi “Ben”ini inşa etmek için onlardan ayrılmak ve kendi seçimlerini yapmak zorundadır. Rank, bu durumu, “Ölüm borcundan kaçınmak için yaşam kredisini reddetmek” olarak özetlenebilecek bir “kahramanlık miti” olarak görür. Bireyleşme cesaretini gösteremeyen, sürekli güvenli alanda kalmayı seçen kişi, otantik olmayan bir varoluşa saplanarak, içsel potansiyelini gerçekleştirmekten kaçınmış olur.
Nietzsche’nin Güç İstenci
Yetişkinlik döneminde bu mücadele, Friedrich Nietzsche’nin felsefesinde merkezi bir yer tutan Güç İstenci ve otantik varoluş kavramlarıyla kesişir. Nietzsche’ye göre insan, varoluşun zorluklarını aşarak ve kendi değerlerini yaratarak kendini aşma arayışındadır. Ancak bu sorumluluk ve zorluk karşısında birçok kişi, varoluşun sert gerçeklerinden (ölüm, hiçlik, yalnızlık) kaçar.
Nietzsche, “Mükemmel hale gelen, olgunlaşan her şey – ölmek ister. Olgunlaşmamış her şey yaşamak ister,” diyerek bu karşıtlığı psikolojiye taşır. Olgunlaşmak, otantik olmak, kendi kaderini seçmek demektir; ancak bu aynı zamanda ölüm ve hiçlikle yüzleşmeyi gerektirir. Otantik olmayan birey (Sartre’ın “Kötü İnanç”ı), toplumsal normlara, dışarıdan dayatılan anlamlara veya kitle psikolojisine sığınarak, kendi bireyselliğini ve sorumluluğunu inkâr eder. Kendi varoluşunu yaratmaktan kaçınmak, anlık bir rahatlama sunsa da, varoluşçu psikolojinin de vurguladığı gibi, derin bir varoluşsal boşluk ve yabancılaşma yaratır.
Günümüzün yaygın sorunları olan kaygı ve panik atak problemleri, bu varoluşsal mücadelenin ve kaçışın birer yansıması olarak görülebilir.
1. Varoluşsal Kaygı ve Anlam Yitimi
Varoluşçu psikolojiye göre kaygı, esasen dört nihai kaygıdan (ölüm, özgürlük/sorumluluk, izolasyon ve anlamsızlık) kaynaklanır. Modern insan, toplumsal baskı, sürekli değişen yaşam koşulları ve dayatılan başarı idealleri nedeniyle gerçek benliğini ve anlamını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kişi, Rank’ın bahsettiği gibi, bireyleşme cesaretini gösteremeyip, kendisi olmaktan kaçtığında (güvenlik alanında kalarak), varoluşsal boşluk büyür. Bu boşluk, yerini ne yapacağını bilememenin ve anlamsızlığın yarattığı derin bir huzursuzluğa bırakır.
2. Panik Atak: Varoluşun Ani Çığlığı
Panik atak, bireyin bilinçdışı düzeyde bastırmaya çalıştığı varoluşsal dehşetin, özellikle ölüm ve hiçlik kaygısının aniden bilince fırlaması olarak yorumlanabilir. Birey, sürekli olarak kendini oyalayarak, hedefler peşinde koşarak veya sorumluluklarını dış dünyaya atarak otantik olmayan bir yaşam sürdüğünde, varoluşun kaçınılmaz gerçekleri bir an için “kendini gösterir.” Vücut, bu derin varoluşsal çatışmaya fiziksel bir tepki vererek nefes alamama, kalp çarpıntısı gibi semptomlarla varoluşun fiziksel sınırlarını (ölümlülüğü) hatırlatır.
Varoluşumuzu Onaylamak
Varoluş psikolojisi, modern insanın kaygısını bir “hastalık” olarak değil, otantik olmayan bir yaşam sürme biçimine karşı verilen “sağlıklı bir uyarı sinyali” olarak görür. Kaygı, bizi Rank’ın bahsettiği birleşme-ayrılma çatışmasını çözmeye ve Nietzsche’nin savunduğu gibi, kendi değerlerimizi yaratmaya, varoluşun tüm sorumluluğunu üstlenmeye davet eden bir çığlıktır.
Gerçek var olma cesareti, ne ebeveynlerimizin ne de toplumun beklentilerine göre değil, sadece kendi içimizden gelen sesle yaşamaktır.
Ancak varoluşun zorluğunu ve kaçınılmaz sonunu kabul eden kişi, kendi yaşamına anlam verebilir ve kaygıyı, bir felaket yerine bireysel gelişimin yakıtı haline getirebilir. Kendine çıkılan keşif duygusu ile yapılan içsel bir yolculuk en anlamlı varoluş tatminini yaratır.
Varlığınızın doyumlu hali ile farkındalıklı günler.













