Ajans muhabirliğinde ilk gittiğiniz haberi hatırlıyor musunuz?

İlk gittiğim haber tüyler ürpertici bir cinayetti. Üstelik faillerden biri, her gün selamlaştığım ve alışveriş yaptığım marketin çırağıydı. Antalya’da öldürdükleri yabancı uyruklu bir butik sahibini Çeşme Çiftlikköy’e getirip gömmüşlerdi. Olay yerine vardığımda, ilk kez bir cesedin çıkarılmasına tanık olmuştum. Kadının ağzını ve ellerini arkadan bantlamışlardı, ceset çürümeye başlamıştı. Korkunç görünüyordu. O an yaşadığım sarsıntı gazeteciliğin yalnızca bir meslek olmadığını, zaman zaman insanın iç dünyasında derin izler bırakan bir tanıklık olduğunu gösterdi bana. Cinayet masası polislerinden bilgi aldığım sırada çalan telefonumu açarken, “ajanstan arıyorlar” dediğimde, polis memurlarından birinin “Mankenlik ajansından mı?” diye takılması, o ağır atmosferde kısa ama garip bir gülümseme yaratmıştı hepimizde. Bu haber, hem mesleki hem de insani açıdan aklımdan hiç çıkmayacak bir deneyim oldu.
Gazetecilik kariyeriniz boyunca unutamadığınız bir haber deneyiminiz oldu mu?

O kadar çok oldu ki. Ama en unutamadıklarımdan biri 8 Mart 2016 tarihinde yaşadıklarımdı. O gün, İzmir’i 1921’den bu yana ziyaret eden ilk Yunan Başbakanı Aleksis Çipras’ı Başbakanlık Ofisi önünde mevkidaşı Başbakan Ahmet Davutoğlu ile karşıladık. Günün Kadınlar Günü olması nedeniyle iki başbakan ikili görüşmeye geçmeden önce kadın gazetecilere kırmızı gül verdi. Çipras’ın bana verdiği güle Yunanca teşekkür edince, Davutoğlu beni yabancı gazeteci sanarak Kadınlar Günü’mü İngilizce kutlamıştı. Kendisine “Teşekkür ederim, Başbakanım” dediğimde yüzünde oluşan şaşkınlığı hala hatırlıyorum. O gün verilen gülleri de hala saklıyorum. Çünkü iki başbakandan birden gül almak, benim için en anlamlı ve unutulmaz bir Kadınlar Günü hatırasıydı.
Bugüne kadar yaptığınız haberler arasında sizi en çok sarsanları sorsam..
Gazetecilik, bazen insanın sınırlarını zorlayan bir meslek… Ben de o sınırların ne kadar ince bir çizgi olduğunu defalarca yaşadım. Sakız Adası’ndaki orman yangınında, alevlerin arasında haber peşinde koşarken dumandan zehirlenecek kadar ilerlemiştim. Bir başka gün ise Çeşme Belediyesi’nin önünde, kaçak yapıların yıkım kararına öfkelenen kalabalığın belediyeyi taş yağmuruna tuttuğu o taşlardan kendimi zor korumuştum. Adliye çıkışındaysa tutuklanan bir insan tacirinden ve eşini öldüren bir katilden ölüm tehditleri aldığımda endişe, korku, adrenalin ve habercilik içgüdüsü o anlarda birbirine karışmıştı. Bir seçim günü ise yayınlanan haberim farkında olmadan karşı tarafın elini güçlendirmiş, kararsız seçmenlerin oy tercihlerini etkilemişti. Seçimi kaybeden taraftan hakaretler aldım, hatta galeyana gelen bir grup partili tarafından neredeyse linç ediliyordum. Tüm bu zorlu ve gergin olaylara rağmen, haberlerimle dokunduğum hayatlar, aldığım dualar ve teşekkürler de mesleğimin en değerli yanları oldu.
Peki, en çok iz bırakan hangisiydi?

Alaçatı’daki trajik kazada hayatını kaybeden bir belediye çalışanının bağışlanan organları, Türkiye’de bir ilk olan yüz nakli ve eş zamanlı kol-bacak nakline olanak sağlamıştı. Ancak kol ve bacak nakli yapılan kişi kısa süre sonra rahatsızlanmış, organlar vücuttan çıkarılmıştı. Aile, tek evlatlarını kaybetmenin acısıyla baş etmeye çalışırken, bir de zaten gönülsüz bağışladıkları organların boşa çıkması onları derinden yaralamıştı. Haberi yapmaya gittiğim ilk günden beri aile ile aramızda çok sıcak bir bağ kurulmuştu. Oğullarının kaybının ardından beni adeta evlatları yerine koymuşlardı. Son gelişmelerde oğullarının organlarının çöpe gideceği düşüncesiyle yaşadıkları derin hüzün karşısında ben de “Cemile teyze, ister misin organları göndersinler ve oğlunuzun bedeninin yanına gömülsün?” dediğimde, annenin günlerdir ağlamaktan şişen gözlerinde bir ışıltı belirmişti. O karışık ruh halinde bir yanda tarifsiz bir hüzün, diğer yanda derin bir huzur ve minnet vardı. Hemen yetkililerle iletişime geçmiş, aileyi görüştürmüş, organların Alaçatı’ya gönderilmesine aracılık etmiştim. Organlar ulaştığında mezar açılmış ve oğullarının ayak ucuna gömülmüştü. A
Acılı ailenin yüreğine bir parça olsun huzur verebilmiş olmak bana tarifsiz bir mutluluk vermişti. Ettikleri dualar, gösterdikleri minnettarlık ise meslek yolculuğumun en anlamlı ve unutulmaz anılarından biri olarak kaldı. Aramızdaki o samimi bağ yıllarca sürdü, her ihtiyaçlarında yanlarında olmaya çalıştım. Ne yazık ki şimdi ikisi de rahmetli, ama yaşadığımız o anlar ve kurduğumuz o bağ, hep zihnimde ve kalbimde yaşamaya devam ediyor.
. Ettikleri dualar, gösterdikleri minnettarlık ise meslek yolculuğumun en anlamlı ve unutulmaz
Yurtdışında takip ettiğiniz haberler oldu mu? Olduysa hangi deneyimleriniz en çok aklınızda kaldı?

Yurtdışında da birçok farklı deneyimim oldu. Yunan adalarındaki davetlerden, İsviçre’deki özel bir pul haberine; Almanya, Belçika ve Slovenya’daki turizm fuarlarından, Zagreb’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı Yunus Emre Kültür Merkezi açılışına ve iş kurultayına kadar birçok önemli olayı yerinde takip ettim. Tunus Turizm Bakanlığı’nın davetlisi olarak gittiğim Tunus’ta bir hafta boyunca kültürel ve ekonomik gözlemler yaptım. İran, Ürdün ve Mısır’dan gelen davetlere ise, o dönem bölgedeki Arap Baharı nedeniyle katılmadım.
Yunan adalarıyla ve Yunanlılarla ilgili en çok haber yapan gazetecilerden birisiniz…

Doğrudur… 2008-2019 yılları arasında 23 farklı Yunan adasına 200’den fazla kez gittim. Yıllardır Yunan adaları, adaların yerel yönetimleri, turizm stratejileri, kültürel mirası, ekonomik dönüşümleri ve insan hikayeleri üzerine sayısız haber yaptım. Hem kriz dönemlerinde hem normalleşme süreçlerinde sahadaydım; Sakız’dan Midilli’ye, Rodos’tan Samos’a kadar adaların nabzını tuttum. Biz yüzyıllarca aynı coğrafyada yaşadık; ortak türkülerimiz, ortak sofralarımız, ortak acılarımız ve ortak sevinçlerimiz var. Dolayısıyla Yunan adaları ve Yunanlılar üzerine yaptığım haberlerin yoğunluğu bir tercih ya da tesadüf değil, yıllar içinde kendiliğinden bir “uzmanlık alanı”na dönüştü. Ege’nin iki yakasını anlamaya ve anlatmaya da devam ediyorum. Çünkü bu gerçekten çok uzun ve çok katmanlı bir hikaye. Yıllardır yazdığım her haberde, kurduğum her cümlede, ettiğim her sohbette hep aynı gayeyi taşıdım: İki komşu halkın birbirini daha insani, daha adil ve daha doğru görmesine katkı sağlamak… İşbirliğini ve dostluğu büyütmek. Ben yazdıkça, anlattıkça ve sahaya indikçe Ege’nin iki yakasının biraz daha birbirine yaklaşacağına inanıyorum. Çünkü bazen bir denizi barış denizine dönüştüren şey, siyasetin soğuk dili değil, insanın kalbinde bir başka insana açtığı o küçük ve samimi kapıdır.
Saha deneyimleriniz, haberleriniz ve kişisel bağlarınız size ne öğretti? Türk-Yunan ilişkisinin gerçek fotoğrafı sandığımızdan daha ‘insani’ mi?

Siyasetin sert dili bir yana, sahadaki gerçek fotoğraf çok daha insani, çok daha sıcak ve çok daha umut verici. Ege’nin iki yakası, birbirine aslında sandığımızdan çok daha yakın.
Evet, kesinlikle çok daha insani. Siyasetçiler zaman zaman sert söylemlerle gerilimi tırmandırsa da sahada gördüğüm tablo bambaşka: Halklar birbirine dost. Benim de politikacısından turizmcisine, esnafından halkına kadar çok kıymetli Yunan dostluklarım oldu, halen de var. Ayak bileğimi kırıp hastanede yatarken ziyaretime gelenler arasında Sakız Adası’ndan değerli dostum Asterios Saltzidis de vardı. Sadece beni görmek için karşı kıyıya geçmiş, sapa yerdeki hastaneye ulaşarak sımsıcak dostluğunu hissettirmiş, “İyi ki böyle vefalı ve güzel kalpli bir dostum var” dedirtmişti bana. Böyle dostluklar, sınırların ötesinde insanlığı hissettiren gerçek bağlar. Onun için açık konuşmak gerekirse, birçok Yunan dostumu birçok Türk’e değişmem.
Suyun öte yanında yaşayan komşularımızla kurulan sağlıklı iletişimin, ortak projelerin ve dostane bağların her iki tarafa da kazandıracağını sahada defalarca deneyimledim. İnanın, özellikle Türkiye’ye yakın kıyısı olan Sakız (Chios), İstanköy (Kos), Meis (Kastellorizo) ve Midilli (Lesvos) ve Sisam (Samos) gibi adalarda Türkleri gördüklerinde gözlerinin içi gülüyor; yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle karşılıyorlar, samimiyetle kucaklıyorlar. Bu sıcaklık, bu içtenlik, bu insani yakınlık; her kelimeyle, her davranışla hissediliyor.
Ben yıllar boyunca bunu bire bir yaşadım, ne mutlu bana ki halen de yaşamayı sürdürüyorum. Çok sevdiğim ve cenazelerine de bizzat katıldığım iki Yunan dostumu, Sakız’dan Türkçe ada tanıtım rehberi hazırlayan Antonis Pavlos’u ve Midilli’den Yunanistan Kuzey Ege Adaları Ekonomik Kalkınma Ofisi Başkanı Thrasos Kalogridis’i kaybetmenin derin acısını hala yüreğimde hissederim. Toprakları bol olsun… Her ikisi de Ege’nin iki yakası için adeta birer barış elçisiydi. Barış elçisi demişken, gazetecilikte en çok gurur duyduğum anlardan biri de, rahmetli gazeteci dostum Cemal Bilge’nin Yunan dostluklarımı “Barışın Hizmetinde Güvercin Gazeteci” başlığıyla İstanbul Bizim Anadolu Gazetesi’nde tam sayfa haber yapmasıydı. O da ışıklarda uyusun.
Sonuç olarak yılların bana öğrettiği tek bir şey var. Siyasetin sert dili bir yana, sahadaki gerçek fotoğraf çok daha insani, çok daha sıcak ve çok daha umut verici. Ege’nin iki yakası, birbirine aslında sandığımızdan çok daha yakın.
Dergiyi 9 yılın sonunda kapatma kararı alırken duygusal anlar yaşadınız mı? Ellerinizle büyüttüğünüz bir yayını kapatmak sizin için kolay değil, o anlar neler yaşadınız?

Bu kararı almak evet benim için hiç kolay olmadı. Çünkü bu hayatımın en radikal kararlarından biriydi. Dokuz yıl boyunca emek verdiğim, adeta ellerimle büyüttüğüm ve tutkuyla bağlı olduğum bir yayını sonlandırmak büyük ve ağır bir duygusal yük getirdi. Hala da içimde büyük bir uktedir. Çeşme Aktüel, yıllar boyunca dokunduğum emeğin, kurduğum dostlukların ve taşıdığım hayallerin ete kemiğe bürünmüş hali, bir yanıyla da hayatımın bir parçası olmuş bir yolculuktu. Sayfalarını hazırlarken geçirdiğim uykusuz geceler, matbaada baskıyı beklerken duyduğum heyecan, dergiyi elime ilk aldığımda yaşadığım gurur, yaptığım röportajlar, haberlerle dokunduğum insanların hikayeleri… Hepsi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Kapanış gününde hem gurur hem hüzün iç içeydi. Gurur, ses getiren haberlere imza atmanın, kimsenin deklanşörü olmamanın, dokunduğum insanların hayatına değer katmış olmanın verdiği tatminle, hüzün ise yıllarca emek verdiğim bir çalışmayı geride bırakmanın getirdiği boşlukla birleşiyordu. Duygusaldı ama aynı zamanda onurlu bir sondu.
Mesleği bırakma kararı aldığınız dönemleri ve yeniden dönme sürecinizi anlatabilir misiniz?

O dönemde “Artık emekli oluyorum, mesleği tamamen bırakıyorum” demiştim. Ama gazetecilik öyle bir meslek ki… Sen bıraktım desen de o seni bırakmıyor. Kalemine bir kez dokundu mu, içinde hep o heyecanı, o merakı, o insan hikayelerine ulaşma isteğini canlı tutuyor. Bir süre dinlenmek istedim, ama her geçen gün kaleme, habere, sahaya olan özlemim daha da büyüdü, içimdeki o kıvılcım hiç sönmedi. Sonunda anladım ki gazetecilik benim için sadece bir meslek değil, nefes almak gibi bir ihtiyaç. Ve kendimi bir süre sonra yine bilgisayarımın başında, haberlere dalmış, cümlelerin içinde kaybolmuş halde buldum. Klavyemin tuş sesleri yeniden hayatımın ritmine karıştı. Kelimeler, sanki uzun bir aradan sonra geri dönen eski dostlar gibiydi. Yazdıkça nefes aldım, paylaştıkça var oldum. Çünkü gazetecilik, benim için sadece yazmak değil; görmek, hissetmek ve insan hikayelerini yüreğimden süzüp topluma ulaştırmak demek.
Halen aktif olarak birçok gazete ve internet sitesinde haber yapıyorsunuz. Bu çeşitlilik ve gönüllü çalışmalar gazetecilik anlayışınızı nasıl şekillendiriyor?
Bugün hala bağlı bulunduğum Pencere Haber Gazetesi çatısı altında haber yapmaya devam ediyorum. Bunun yanı sıra özel haberlerimi, İstanbul’daki Bizim Anadolu Gazetesi ve İzmir’deki Ege Telgraf Gazetesi başta olmak üzere, Türkiye’nin farklı şehirlerinde yayın yapan internet sitelerine gönderiyorum. Ayrıca Avustralya, Kanada, Danimarka, Almanya ve Belçika gibi ülkelerdeki bazı internet sitelerinde de haberlerim yer buluyor. Üstelik bunu tamamen gönüllü olarak, hiçbir karşılık beklemeden yapıyorum; ne bir kişinin ya da kurumun PR’ını yapıyor ne de haberlerimi ücretli servis ediyorum. Çünkü benim için önemli olan kalemimle bir habere, bir insana, bir topluma dokunabilmek, en önemlisi tarihe not düşmek.

Dergiden sonra çeşitli basın yayın organlarının muhabirliğini yaptığınız da sizin için farklı bir deneyim oldu mu?
Aslında muhabirlik, dergiyle paralel yürüyen bir süreçti diyebilirim. Bu da iki farklı yayın organında farklı sorumlulukları aynı anda yürütmek demekti. Dergi yayıncılığı, planlama, derinlemesine konulara odaklanma ve daha uzun soluklu bir süreci içerirken, ajans muhabirliği (DHA, Habertürk) ve yerel gazetecilik, sahada haber peşinde koşmayı, geniş bir coğrafyada olayları yerinde gözlemlemeyi, doğru bilgiyi hızlıca okuyucuya ulaştırmayı gerektiriyordu. Farklı yayın organlarına haber üretmek, zaman ve enerji açısından zor ve yorucuydu ama bana gazeteciliğin farklı yönlerini gösterdi. Bu süreç, bakış açımı genişletti, haberin yayılma hızını ve etkileşimini daha yakından görmemi sağladı. Ayrıca, kendimi çok daha hızlı geliştirme fırsatı verdi. 2009 yılında Habertürk Gazetesi’nin yayın hayatına başlamasıyla Habertürk’ün ilk Çeşme muhabiri olarak başlayan ulusal yayınlardaki muhabirliğim DHA Çeşme muhabirliğiyle devam etti. Ayrıca bir dönem İHA ve AA’ya da haberler geçtim. Yurtdışında ise uzun yıllar Almanya’da yayınlanan ATV Avrupa’da 7 Gün Programı’nın Ege Bölge Temsilciliği’ni yaptım. Devam edecek












