Bu aralar çok fazla duyuyoruz bu iki kelimeyi: Öğrenilmiş Çaresizlik.
Tedavisi olmayan hastalık karşısında çaresizsinizdir. Karşılıksız aşk karşısında çaresizsinizdir. Ölüm karşısında çaresizsinizdir. Ödeyemediğiniz borçlar karşısında çaresizsinizdir. İstemediğiniz birileri tarafından hiçte hak etmediğiniz şartlarda yönetilirsiniz çaresizsinizdir… Kısacası elinizde olmayarak gelişen olaylar karşısında çözüm bulamaz ve içinde bulunan bir durumun değişmeyeceğine değiştirilemeyeceğine inanırsınız.
O halde çaresizlik çok sayıda başarısızlığa uğrayarak, bir şey yapılsa da hiçbir şeyin değişmeyeceğini, o konuda bir daha asla başarıya ulaşılamayacağını düşünüp, bir daha deneme cesaretini gösterememektir. Bir başka deyişle çaresizlik, geçmişteki acı deneyimlerden çıkarılan negatif şartlanmaların bugünkü davranışları belirlemesidir.
Bu durumda yaşam size ağır gelmeye başlar, Adeta yaşamaktan zevk almazsınız. Yolun sonuna geldiğinizi düşünürsünüz. Yapacak bir şey yokmuş gibi gelir. Terkedildiğinizde, kaybedişinizde, ayrılık yaşadığınızda farkında olmadan çaresizliği öğrenirsiniz aslında. Öğrenirsiniz diyorum çünkü çaresizlik öğreniliyor. Şöyle bir örnekle açıklayalım: Berkeley Üniversitesi’nde Prof.Dr. John Watson, üç aylık bebekleri özel bir beşiğe yatırır. Başlarının altına sensörlü yastıklar koyar önlerine de kendilerini rahatsız eden bir aparat asar. Bebekler kafalarını hareket ettirerek yastığa komut verir ve bu aparatı hareket ettirmeyi öğrenirler. Watson başka bir grup bebeği de aynı beşiklere ama sensörsüz yastıklara yatırır. Çocuklar ne yaparlarsa yapsınlar, aparatı hareket ettiremezler. Böylece birinci grupta ‘kontrol bende’ duygusu, ikinci grupta ise ‘ne yaparsam yapayım, durum değişmeyecek’ duygusu yaratır. Daha sonra Prof. Watson ikinci grubu sensörlü yastıklara yatırır. Bu defa bebeklere aparatı kontrol etme şansı vermesine rağmen, birçoğu aparatı hareket ettirmeyi denemez bile. Yani bebekler burada çaresizliği öğrenmiş olur.
Eğer kişi daha önce bir davranışta bulunmuş ve bu davranışın sonucunda olumsuz bir tepki almış ise bir daha benzer bir davranışta bulunmaz. Çünkü biliyor ki hiçbir şey değişmeyecek. Olayların kendi kontrolünde olmadığını, o konuda bir daha asla başarıya ulaşamayacağını düşünüp bir daha deneme cesaretini kaybeder. İçinde bulunduğu durumu kabullenir.
Öğrenilmiş çaresizlik hepinizin içinde az ya da çok vardır. Bir şeyleri defalarca deniyor, yanılıyor ve başaramıyorsunuz. Ezberlediğiniz gibi yaşamaya devam ediyorsunuz. Böylece başarısızlığı öğrenmiş oluyorsunuz. Özgüveninizi kayboluyor, cesaretinizi kırılıyor. Peki insan niçin denemekten korkar? Kaybetmekten korktuğu için bir daha başarısızlığa uğramamak için öyle değil mi? Oysa korkunun kendisi korkulan şeyden daha fazla zarar verir, korku en büyük başarısızlıktır. Öğrenilmiş çaresizlikte kişiler deneme yanılma sonunda çaresizliği öğrenir. Daha sonra bu durum kişilere öğretilir ve kişi içindeki korkudan toplum tarafından çaresizlik kültürü yüklenir. Öğrenilmiş çaresizlikte kişiye neleri yapmamaları gerektiği o kadar güçlü bir şekilde öğretilir ki, o kişi o alanda yeni bir denemede bulunmayı aklından bile geçirmez. Kaybetmeyi kabul etmiştir artık. ”Yapabileceğiniz ya da yapabileceğinizi düşlediğiniz şey neyse, cesaretle harekete geçin. Cesaret; deha, güç ve sihir içerir, der, Goethe. Kaçmak yerine ya da hareketsiz kalıp bir şeylerin olmasını beklemek yerine harekete geçmek her şeyi çözmenin başlangıcıdır. En güzel, en büyük örneği tarihimizde var zaten. Kurtuluş Savaşımız. Mustafa Kemal’e ” Ordu yok, dediler, kurulur dedi. Para yok, dediler, bulunur, dedi. Düşman çok dediler, yenilir, dedi” Ve sonunda tüm dedikleri oldu!
Çaresizliği değil karanlıkta dahi ışığı bulabilmeyi öğretelim birbirimize. Gerçek bir kurtuluşun birinci koşulu; hiç kuşkusuz, insanın kendisine inanmasıdır.
Olup bitenlerle kendini çaresiz hisseden bir toplum kişisel ihtirasları ve egoları için siyaset yapan yanlış siyasetçilerin eseridir, millet olarak buna izin vermeyelim. Biliyoruz ki aralıksız damlayan su, taşı deler.