Felaketler kapıyı çalmaz.
Onlar, suskunluk alkışa dönüştüğünde içeri girer.
1933–1934 Almanyası…
Salonlar dolu, kadehler havada, müzik susmuyor. İnsanlar “yarını” konuşmuyor; çünkü bugün yetiyor. Kazananlar var, yükselenler var, gücü elinde tutup korkmayanlar var. “Arkamızda milyonlar var” diyenler…
Tarih sahnesinde bunun bir özgüven değil, bir körlük olduğunu çok geç anlayacak olanlar.
Felaketler sessiz gelmez.
Tam tersine, gürültüyle gelir.
O gürültü; kahkahadır, alkıştır, hoyratlıktır. “Bize bir şey olmaz” cümlesinin rahatlığıdır. Yerde bulunup gökte yenilen her lokmanın, yarına ait bütün hesapları boğmasıdır.
Almanya’da olan buydu ve bu olanlar, II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleriydi.
O sesler duyulurken kimileri eğleniyordu. Kimileri susuyordu. Kimileri de gücün kendilerine dokunulmazlık sağladığını sanıyordu. Oysa tarih, hiçbir güce bağışıklık tanımaz.
Faşizm bir sabah ansızın gelmedi. Sandıktan çıkmış gibi gösterildi, hukuk kılığına sokuldu, “olağan” ilan edildi. Meclisler sustu, basın susturuldu, muhalefet “kötünün iyisi” diyerek geri çekildi. Herkes biraz sustu; kimse tam bağırmadı ve tam da bu yüzden oldu.
Gücü elinde tutanlar şunu sandı:

“Bu düzen bana yarar.”
Sessiz kalanlar şunu fısıldadı:
“Beni ilgilendirmiyor.”
Tarafsızlar ise kendilerini güvende hissetti.
Ama “faşizm tarafsızlık tanımaz”.
Bu süreç, kanser gibidir.
İlk başta ağrıtmaz.
Belirti vermez.
“Bana olmaz” dedirtir.
Yavaş ilerler, hücre hücre yayılır. Önce başkalarının bedeninde görülür; “uzakta” sanılır. Sonra bir gün, aynaya baktığınızda artık çok geçtir. Ne gücü ayırt eder, ne sessizi, ne de seyirciyi… Vurdu mu, herkesi vurur.
Tarihin en büyük yanılgısı şudur:
“Beni bulmaz.”
Oysa bulur.
Hep bulur.
İşte bu yüzden Cumhuriyetler, düşmanla değil; ihmalle yıkılır.
Tankla değil; sessizlikle aşınır.
Kurşunla değil; rehavetle çürür.
Bu topraklarda bunu en iyi bilen bir kurucu akıl vardı.
Yaşadığı çağın değil, yaşanabilecek felaketlerin hesabını yapan bir lider…
Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir Cumhuriyet kurmadı;
aynı zamanda uyanık kalma zorunluluğunu miras bıraktı.
Boşuna söylemedi:
“Bir millet uyanık olmadıkça, onu aldatanlar çok olur.”
Bu cümle bir temenni değil,
tarihten süzülmüş bir derstir.
Cumhuriyet bu yüzden hukuk üzerine kuruldu.
Bu yüzden akıl ve laiklik temel alındı.
Bu yüzden “kişilere” değil, “kurallara” emanet edildi.
Çünkü kurucu akıl şunu biliyordu:
Güç yozlaşır.
Sessizlik bulaşıcıdır.
“Korkmamak” ise çoğu zaman cehaletin cesaretidir.
Bugün de aynı yanılgılar dolaşıyor ortalıkta.
Aynı rahatlık, aynı suskunluk, aynı “bize bir şey olmaz” duygusu…
Ama tarih tekerrür etmez;
ihmal edilirse hatırlatır.
Bu yazı bir kehanet değil.
Bir tehdit hiç değil.
Bu yazı bir uyan çağrısıdır.
Gücü elinde tutup korkmayanlara:
Tarih sizi de affetmedi.
Sessiz kalanlara:
Sıranın size gelmeyeceğine dair hiçbir garanti yok.
…ve hepimize:

Cumhuriyet kendiliğinden yaşamaz.
Ona bakılmazsa, savunulmazsa, sahip çıkılmazsa ölür.
Ben, bu ülkenin bir yurttaşı ve bir gazeteci olarak şunu söylüyorum:
“Kanserle dalga geçilmez.
Tarihle hiç geçilmez.
Uyanmak için yarını bekleyenler bilsin ki;
yarın, çoğu zaman çok geçtir.”













