Dünya genelinde kadına şiddet her geçen gün artarak sürüyor. Ülkelerin yöneticileri sorunları kökten çözmek yerine geçici çözümler üzerinde dururken, kadınları ‘Ötekileştirme ’den durmuyorlar.
Yazar Yağmur Ertekin ülkemize göç eden kadınların sorunlarını irdelemek, duygularını, yaşam koşullarını, gördükleri şiddeti araştırıp büyük bir emek ve cesaretle hazırladığı “Ötekileri Görmek” üzerine kitabı, kendisini ‘Öteki’ olarak görenlerin sesi, soluğu olması gerçekten kayda değer. Yağmur Ertekin’in böyle bir çalışmayla okurun karşısına çıkması edebiyat dünyasına hediye olarak görülmeli. Bu kayda değer kitabın Yazarı Ertekin ile gerçekleştirdiğimiz söyleşimizi beğenerek okuyacağınızı umuyoruz. İyi okumalar.
Kendinizden kısaca bahseder misiniz?
Asker kızı olduğum için ilkokul ve ortaokulu çeşitli Anadolu ilçelerinde tamamlayarak, lise öğrenimime Ankara Süleyman Demirel Anadolu Lisesinde devam ettim. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü kazandım ve bu üniversiteden 2010 yılında mezun oldum. Aynı sene Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğünde uzman olarak görev yapmaya başladım. Görevime halen burada devam etmekteyim. Aynı zamanda @yagmur__ertekin Instagram hesabımdan hatırı sayılır birçok sanatçıyla “Kişiler ne işle uğraşıyor? Başarılarına nasıl ulaştı?” konuları hakkında canlı yayınlar gerçekleştirmekteyim. Örnekleyecek olursam; Kerem Görsev, Kıraç, Aydilge, Elif Karlı, Yönetmen Murat Şeker ve Eylem Kaftan var. Yazarlardan Irmak Zileli, Nermin Bezmen, Tiyatrocu Çiğdem Tunç, Belgesel Yönetmeni Nebil Özgentürk, Sunucu Seda Akgül, Zahide Yetiş, Uğur Önver, Doç. Dr. Yavuz Dizdar, Dağcı Nasuh Mahruki, Psikiyatrist İbrahim Bilgen, Ömür Gedik gibi isimlerle yaptıkları işler ve başarıları hakkında konuşuyoruz.
Kitabınızda göç hikâyeleri anlatıyorsunuz. İlham aldığınız mülteci kadınların ortak özellikleri neler?
“Mülteci kadın” ifadesi, çok farklı ülkelerden, kültürlerden ve yaş gruplarından gelen kadınları kapsıyor; dolayısıyla hepsine tek bir “ortak özellik” atamak mümkün değil. Yine de, göç ve iltica sürecinde pek çok kadının paylaştığı bazı deneyim alanları var:
- Zorunlu yer değiştirme: Çoğu, savaş, çatışma, siyasi baskı, doğal afet, şiddet ya da ekonomik kriz gibi nedenlerle ülkesinden ayrılmak zorunda kalır.
- Kayıp ve travma: Ev, aile, sosyal çevre gibi temel bağların kopması; bazen yakınlarını kaybetme gibi ağır duygusal yükler yaşayabilirler.
- Toplumsal cinsiyet temelli riskler: Yolda ya da sığınma sürecinde taciz, cinsel şiddet, zorla evlilik, insan ticareti gibi tehlikelerle karşılaşma olasılığı erkeklere kıyasla daha yüksektir.
- Dayanıklılık ve uyum çabası: Yeni bir ülkede barınma, dil öğrenme, iş bulma, çocukların eğitimi gibi alanlarda yoğun bir mücadele verirler.
- Toplumsal rolleri sürdürme baskısı: Bir yandan geçim sağlama ve güvenlik arayışı içindeyken bir yandan ailedeki bakım ve düzeni koruma görevi üstlenmek durumunda kalabilirler.
- Destek ağlarının önemi: Hemşehri grupları, kadın dernekleri, sivil toplum kuruluşları ve dayanışma ağları, pek çok mülteci kadın için hayati bir destek kaynağıdır.
Bu deneyimler “mülteci kadın” kimliğinin tamamı değildir; her kadının bireysel öyküsü, kişiliği ve becerileri farklıdır.
Ülkemizde toplumun kadına bakışı ve kadına şiddet ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Kadına şiddet olaylarında “mağduru sorgulama” refleksi neden bu kadar yaygın? Bunu aşmanın yolu ne olabilir?
Toplumda kadına yönelik şiddet ve ona eşlik eden “mağduru sorgulama” eğilimi, yalnızca bireylerin tutumuyla değil; tarihsel, kültürel ve yapısal faktörlerle de yakından ilişkili. Türkiye’de kadınların konumu hâlâ ataerkil kalıpların ve toplumsal cinsiyet rollerinin belirlediği bir çerçevede tanımlanıyor. Şiddet olayları yaşandığında “Kadın ne yaptı da başına bu geldi?” sorusunun bu kadar hızlı ortaya çıkması da, bu kültürel kodların bir sonucu.
Bu refleksi besleyen bazı etkenler:
- Toplumsal cinsiyet rolleri: Kadının “uyumlu, fedakâr, sessiz” olması gerektiği beklentisi, bu normlara uymayan kadınların başına geleni “hak etmiş” gibi görülmesine yol açabiliyor.
- Onur ve namus kavramlarının yanlış yorumlanması: Kadının davranışlarının aile ya da toplum onuruyla özdeşleştirilmesi, şiddeti meşrulaştıran bir zemin yaratıyor.
- Yetersiz hukuki ve kurumsal koruma: Cezasızlık ya da hafif cezalar, şiddeti normalleştiriyor. Mağdurun güvenliğinin garanti edilememesi, toplumda da “korunmayan birini suçlamak” eğilimini artırıyor.
- Medyanın dili: Bazı haberlerde şiddet “aşk cinayeti”, “kıskançlık krizi” gibi ifadelerle romantize edilerek failin sorumluluğu hafifletiliyor.
Bu kısır döngüyü aşmak için birkaç temel adım önemli:
- Eğitim: Çocukluktan itibaren toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi, empati ve hak temelli yaklaşım geliştirmeye yardımcı olur.
- Medya dili ve sorumluluğu: Habercilikte fail odaklı ve sorumluluğu net biçimde ortaya koyan bir dilin yerleşmesi gerekir.
- Hukuki ve kurumsal güvence: İstanbul Sözleşmesi’nin ruhuna uygun politikalar, caydırıcı cezalar ve etkin koruma mekanizmaları, mağdurun yanında olunduğunu gösterir.
- Toplumsal farkındalık: Şiddetin bir “özel mesele” değil, insan hakkı ihlali olduğu sürekli vurgulanmalı. Kampanyalar ve rol modeller bu farkındalığı destekleyebilir.
- Psikososyal destek: Şiddet gören kadınlara kolay erişilebilir, güvenli destek kanalları sağlanmalı; aynı zamanda fail odaklı rehabilitasyon programları da geliştirilmelidir.
Özetle, mağduru sorgulamanın kökeninde yerleşik cinsiyetçi kalıplar ve yetersiz toplumsal/hukuki destek var. Bunları değiştirmek hem yasal düzenlemelerle hem de günlük dil ve davranışlarda eşitlikçi bir kültür inşa etmekle mümkün.
“Kadın cinayeti” haberlerinin artık sıradanlaştığı bir ülkede, sizce edebiyat nasıl bir fark yaratabilir?
Kadın cinayetlerinin “normalleştiği” bir bağlamda edebiyat, hem toplumsal bilinç oluşturma hem de bireysel empati geliştirme açısından güçlü bir araç olabilir. Fark yaratma biçimi birkaç boyutta ele alınabilir:
- Empati ve içselleştirme:
Roman, hikâye, şiir veya oyun, okura bir mağdurun yaşamını, korkularını, hayallerini ve travmasını doğrudan hissettirebilir. Gazetelerdeki haberler genellikle “olay” odaklıdır; rakamlar ve failin eylemleri öne çıkar. Oysa edebiyat, bir kadının iç dünyasını, hayatını ve şiddet sonrası duygularını anlatabilir. Bu, okuyucuda vicdani bir sarsıntı ve empati yaratır. - Normları ve klişeleri sorgulatma:
Edebiyat, toplumsal kabulleri tersine çevirebilir. “Kadın ne yaptı da başına geldi?” gibi klişeleri kıracak karakterler, hikâyeler ve diyaloglar sunabilir. Okur, sadece olayı değil, arkasındaki sistemik adaletsizliği ve kültürel kodları sorgular. - Ses verme ve görünür kılma:
Edebiyat, gazetelerin göz ardı ettiği ya da yüzeysel ele aldığı kadın hikâyelerini görünür kılar. Bu, toplumsal hafızayı canlı tutar ve şiddetin sıradanlaşmasına karşı bir direnç oluşturur. - Alternatif gelecek tasavvuru:
Kurgu, şiddetsiz, eşitlikçi bir toplumun mümkün olduğunu gösterebilir. Okur, sadece trajediyi değil, değişim ve umut perspektifini de deneyimleyebilir. - Toplumsal tartışmayı tetikleme:
Etkili bir edebiyat eseri, okuyucuyu sosyal medyada, tartışma platformlarında ve gündelik hayatında kadın hakları ve eşitlik üzerine konuşmaya zorlayabilir. Bu, küçük ama güçlü bir kültürel dönüşümün kıvılcımıdır.
Özetle, edebiyat bir “haber değil deneyim” sunar. Kadının sesi duyulmadığında veya susturulduğunda, edebiyat onun sesi olabilir; sıradanlaşmış şiddete karşı toplumsal vicdanı uyandırabilir ve değişimin hayal edilmesini sağlayabilir.
Günümüz edebiyatında sizi etkileyen çağdaş yazarlar kimler?
Günümüz edebiyatında etkileyici çağdaş yazarlar, çoğunlukla toplumsal gerçekleri cesurca ele alan, dil ve biçimde yenilikler deneyen ve insan psikolojisine derinlemesine inen isimlerden oluşuyor. Öne çıkan bazı örnekler:
- Elif Şafak (Türkiye)
Kadın hakları, kimlik, göç ve kültürel çatışmalar gibi temaları işler. Özellikle toplumsal meseleleri bireysel hikâyelerle birleştirerek okuyucuda empati ve farkındalık yaratıyor. - Margaret Atwood (Kanada)
Distopik edebiyatın ustası. Kadınların toplumsal baskı altındaki hayatlarını ve özgürlük mücadelelerini etkileyici bir şekilde tasvir ediyor. Modern feminizm ve toplumsal eleştiri açısından günümüz edebiyatında önemli bir ses. - Zadie Smith (İngiltere)
Çok kültürlülük, kimlik çatışmaları ve sınıf farklarını anlatan romanlarıyla dikkat çeker. Dilinin akıcılığı ve karakter derinliği çağdaş edebiyatta öne çıkar. - Orhan Pamuk (Türkiye)
Her ne kadar 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyıl başında etkili olsa da, çağdaş edebiyat perspektifinde hâlâ güncel. Kültürel kimlik, tarih ve bireysel yalnızlık temalarını işler. - Han Kang (Güney Kore)
“Bitkisel Hayat” ve diğer eserlerinde şiddet, travma ve insan psikolojisi üzerine yoğunlaşır. Toplumsal acıları bireysel hikâyelerle aktarır, etkileyici bir duygu yoğunluğu vardır. - Ayşe Kulin (Türkiye)
Tarihi ve biyografik romanlarda kadınların hayatlarına odaklanır. Sade diliyle geniş kitlelere ulaşarak toplumsal farkındalık yaratır. - Ocean Vuong (ABD/Vietnam)
Şiir ve romanlarında göç, aşk, kimlik ve travma temalarını işliyor. Dil ve biçim konusundaki deneysel yaklaşımı çağdaş edebiyatı besliyor.
Genel olarak günümüz çağdaş yazarları, bireysel hikâyeleri toplumsal gerçekliklerle buluşturuyor; dil, biçim ve bakış açılarıyla okuyucuda düşünsel ve duygusal etki yaratıyor.
Yeni bir kitap projeniz var mı? Varsa hangi konuları işlemeyi düşünüyorsunuz?
En son romantik komedi tarzında senaryo kaleme aldım. Bu senaryonun film haline geldiğini görmek beni çok mutlu edecek.