İnsan, varoluşunun en temel gizemleriyle yüzleşmekten hiç vazgeçmez. “Ölümden sonra ne olacak?” sorusu, tarih boyunca bütün kültürlerde, dinlerde ve felsefi ekollerde tekrar tekrar sorulmuştur. Ancak aynı derecede çarpıcı bir soru da çoğu zaman gözden kaçar: Doğmadan önce neredeydik?
Bu sorular, yaşamın iki uç noktası arasında bir köprü kurar. Doğum ve ölüm, zaman çizgimizde yalnızca başlangıç ve son gibi görünse de, ruhun yolculuğu açısından çok daha büyük bir hikâyenin parçasıdır. Kadim öğretilere göre ruh, sadece bedende kısa süreli bir deneyim yaşar; asıl varoluşu ise zamanın ve mekânın ötesinde, görünmeyen bir düzlemde sürer. İnsan, dünyaya geldiğinde bu bilgiyi unutur, fakat içsel sezgileri aracılığıyla o derin kaynağın varlığını zaman zaman hisseder.
İnsanın içindeki bu derin sezgi, bazen bir rüya aracılığıyla, bazen bir anlık huzur duygusuyla, bazen de tarif edilemeyen bir “tanıdıklık” hissiyle kendini belli eder. Kimi zaman hiç bulunmadığımız bir yere gittiğimizde “burası bana tanıdık geliyor” deriz; kimi zaman yeni tanıştığımız bir insanla garip bir yakınlık hissederiz. Belki de bütün bu duygular, doğumdan önceki o gizemli varoluşun küçük yansımalarıdır.
Ruh zaten biliyor. Bu hatırlayış, aklın ötesinde bir bilgeliktir. Meditasyon, tefekkür, dua ya da içsel farkındalık çalışmaları, bu hatırlama sürecini destekleyen yollar olarak görülür. İnsan zihni unutur, fakat ruh asla unutmaz. Her sessizlik anında, her derin nefeste, ruhun fısıltılarını duymak mümkündür.
Bu bakış açısı, hayatı daha anlamlı ve bütünlüklü algılamamıza yardım eder. Ölüm korkusunu hafifletir; çünkü ölümün bir son değil, yeni bir başlangıç olduğunu sezdirir. Aynı zamanda doğumun mucizevî yanını da gözler önüne serer: Her doğum, aslında bilinmeyen bir yerden bilinen dünyaya açılan kapıdır.
Belki de asıl mesele, cevapları dışarıda aramak yerine içsel bilgeliğimizi dinlemektir. Çünkü ruh gerçekten de biliyor… Ve biz hatırlamaya başladıkça, yaşamın gizemi daha derin, daha anlamlı ve daha güzel bir hâle geliyor.