İnsanın dünyayı algılama biçimi, çoğu zaman kendi içindeki perdeyle sınırlıdır. Bu perde; duyguların, korkuların, koşulların, geçmiş anıların ve zihnin oluşturduğu kalın bir sis tabakasıdır. Dış dünya olduğu gibi durur; değişen çoğu zaman yalnızca bakışımızdır. Gerçek dönüşüm, dış koşulların değişmesiyle değil, insanın kendi kalbine temas ettiği o sessiz anda başlar. Kalbe dokunmak, kişinin kendisiyle yüzleşmesi, duygularını kabul etmesi ve kendi hakikatine kulak vermesi demektir. Bu temas anında, insanın alışageldiği algılar sarsılır; sürekliliğine inandığı düşünceler çözülür. İçteki perde incelir, saydamlaşır ve sonunda yerini berrak bir görüşe bırakır.
Bu uyanış, çoğu zaman ani değildir; ama etkisi derindir. İnsan, aynı sokaklardan geçer, aynı insanlarla konuşur, aynı gökyüzüne bakar ama fark başkadır: Artık dünyaya kendisi gibi değil, kendi özünden bakar. Perde kalktığında kişi, varoluşun karmaşa değil bir düzen taşıdığını, tesadüf gibi görünen olayların aslında bir ders, bir işaret olduğunu fark etmeye başlar. Kırgınlıkların ardında öğretiler, kayıpların gerisinde olgunlaşma, her karşılaşmanın içinde bir aynalanma olduğunu idrak eder.
İçsel uyanışın en güçlü göstergesi, insanın kendi sorumluluğunu üstlenmeye başlamasıdır. Artık suçlamak yerine anlamaya, kaçmak yerine yüzleşmeye, direnmek yerine akmaya yönelir. Bu hal, bireyi hem özgürleştirir hem hafifletir. Çünkü en ağır yük, taşıdığı duygular değil, o duygulara bağlı olan eski bakış açısıdır.
Değişen dünya değil; insanın dünyaya bakan gözleridir. Hakikatin kendini yeniden göstermesi için tek gereken, kalbe dokunan o dürüst, saf ve cesur anı yaşamaktır. Perde kalktığında insan, dış dünyayı değil kendi iç ışığını görmeye başla ve işte tam da bu, gerçek uyanışın başlangıcıdır.












