Karanlık bir sokak da yürürken, ışık yanan bir pencereden içeri bakmak isteği gibi bir şey,
başkalarının mektuplarını okumak.
Hiç tanımadığınız ya da tanışmadığınız insanların o “an” larına, çıplağına dokunmak gibi.
Işıklı pencerenin aralığından, hırsız bir huzme gibi süzülüp görünmez olmanın hafifliğiyle, iki insanın en zayıf, korunaksız bir anını çalmak gibi.
Mektuplar;
Romanları, şiirleri, besteleri ve resimleriyle tanıyıp sevdiğimiz sanatçıların; sevgiliye, dostlarına yazdıkları mektupları okumayan pek azdır.
Şaşırtırlar bizi; “edebiyat” dan arınmışlıklarıyla.
Çocukça tekrarlar, kucak dolusu sahiciliklerl, zaaflar, korkular;
“aslında biz de sizler gibi sıradan insanlarız” derler okurlarına.
Bir gün mektuplarının herkes tarafından okunabilir olacağını bilselerdi aynı sahicilikte olabilir miydi o “an” lar…
İhtimal; bir çoğu da bunu istemezdi…
Ben; çok mektup yazdım…
“mektup yazarı” ünvanını(böyle bir ünvan var mı bilmiyorum, yoksa ilk ben olurum)
kendime hediye edebilirim.
Çok mektup yazdım;
Yazmayı çok sevdiğimden değil, zorunluluktan.
Anneme yazdım, sevgilime, dostlarıma.
En çok da; kendime yazdım.
Kimsenin okumayacağını bildiğimden… İyi de geldi.
Sevgiliye yazdıklarım; yitti gitti.
Dostlarıma yazdıklarım?
Anneme yazdıklarım; duruyor.
“postacıyı bekleme” duygusu henüz çok taze…
Bir postacımız vardı; aileden.
Şemsiye, mont, yağmurluk isterdi benden.
Gönderirdim.
Şimdi emekli, ama her bayram gelir.
Geçen bayram; sırtında benim gönderdiğim montla geldi.
“bak, tanıdın mı?” diye sordu; iki büklüm sesiyle.
“tanıdım” dedim…
Bekliyorum onu her bayram.
Çocukluğumda Pul kolleksiyonu pek bir modaydı.
Karton kapaklı. yağlı kâğıttan sıra sıra cepleri olan pul defterleri vardı…
Pullar birbirine yapışmasın diye sayfaları açık ve dik durmaları gerekirdi defterlerin pullar eğer “seri” olamazlarsa pek bir değersiz sayılırdı…
Her çocuğun mutlaka bir pul kolleksiyonu vardı.
Mektuplar, pullar ve postacılar;
Hiçbiri yetişemediler hızımıza; zamanın bir yerlerinde bıraktık onları.
Mektuplar; parmaklarımızın ucunda artık.
Fotoğraflar; öpmekle eskimiyor artık.
Maus’la seviyoruz sevgilinin resmini.
Zarfsız gelen pırıl pırıl kar manzaralı yılbaşı kartları; kesip defterlerime süs yapmaya kıyamadığım;
Bir tane bile yok şimdi.
Saklamamışım.
Kar; tıpkı o kartlardaki gibi parlar, Kuzeyin “Beyaz Geceler”inde.
Binlerce değişik yıldızlar sayabilirsin, bir avuç karda.
Dosteyevsky’i daha iyi anlarsın;
Buzlu, Baltık kıyısında mektup yazarken kendine.
Kuğuların boynu yoktur.
Geriye sarılır zaman;
Kendine…
“an”lar vardır;
sana kilitli.
Ne kadar “eskiden” oldukları önemsiz.
Aynı sıcaklıkda dokunurlar bu güne.
Soğudukça resimler çoğalır gözünde…
Soğudukça resimler…
Resimler…
Soğuk, 80 Aralık;
Yeşilköy güzergâhında bir otobüs.
Camdan bakan bir 20 yaş.
Fatih’in surları.
Tiyatro.
Veda.
İlk gözyaşı.
Kocaman camlar.
Bir kadın, sütlü kahve ekose paltosu.
Anne.
Gittikçe küçülen, gidenin gözünde.
Gitmek;
Hiç bir şeyi terk etmeden gitmek.
Olabiliyor.
Halbuki gitmek; tekletmektir.
Yanlış bilinirmiş.
Şİmdi; bir kova megalomanisiyle durumu kendime çevirme eğilimime büyük bir iradeyle “dur” diyerek, bu yazıyı yazma ihtiyacını doğuran nedenime geri döneyim…
Ayrıca unutmadan söyleyeyim; tüm mektuplarımı geri istiyorum.
“size içimden gelen her an, yazmama izin verir miydiniz?”
(F.Kafka-Milenaya mektuplar.)
Milenaya mektuplar ve Yalnız Kalpler’i (Çaykovsky-Nadyejna von meck mektupları)
Annemin, özenle sakladığı “arta kalan” kitaplarımın arasında buldum onları.
Sararmış, muhtemel ilk baskılar.
İlk sayfalarında tarih ve yer yoktu.
Belli ki “acele gecen” zamanlarda alınıp okunmuşlar.
Fikret Mualla- Semiha Berksoy, Nazım-Piraye’ yi yeni aldım.
Nazım’ın bütün eserlerini üç kez satın aldığımı anımsadım.
İlk aldıklarım;
seksen de tutuklandılar.
Diğerleri zamanın bir yerlerinde terkedildiler.
Yanlış hatırlamıyorsam 1976-77 yıllarında yayımlandı Nazım kitapları.
Fatih Tiyatrosunda Kısasa Kısas provasındayız. İl Taygun yönetiyor.
Yağmurlu bir kış günü; prova bitmiş çay ocağında oturmaklayız.
“Şimdi, eve gidip Nazım okumak ne kadar isterdim” dedim.
Ali abi(Taygun) “eee niye yapmıyorsun” dedi.
Sustum.
Beş kitap 150 tl(her halde 15 kuruşa mı denk… Bilemedim) tutuyordu.
O kadar param yoktu.
Anladı;
“Nazım sana hediyem olsun ” dedi.
Beş Nazım ve Ali abi 80 de tutuklandılar.
Kafka ve karton ofset kapaklı Yalnız Kalpler; pek suçlu sayılmadılar.
İyi ki de…
Hani “tek nefesde” derler ya,ki çok sık olmaz…(bir, Kürk Mantolu Madonna’yı öyle okumuştum bir de İhsan Oktay Anar) öyle okudum tümünü.
Sonrasında;
Tuhaf bir kıskançlık, hüzünlü bir yoksunluk…
Bir sanatçının, kendisinden çok eserine, “beyninin gizine” aşık olmak…
Bu; olmazsa olmaz acının, ölümcül hastalıklarla baş etmek durumunda olan iki insana verdiği yaşama gücünü.
Anlamaya çalıştım.
Aşkın “çeşitli halleri” nin karşılıklarını aradım kendimde.
Buldum da.
Sevindim.
Kendisini tanımak ve ona dokunma ihtiyacından çok, beyninin kıvrımlarındaki fırtınaların ezgisine ağşık olmak…
Ya da renklerin ya da sözcüklerin…
hepsi bir.
Sonra başka bir soru takıldı düşüncelerime…
(Semiha Berksoy ve Fikret Muallayı dışında tutmak gerekiyor.
Semiha Berksoy çok özel ve “sürüden ayrılmış” bir kişilik.
Fikret Mualla;
Sürüye hiç katılmamış ki ayrılsın.
Rengârenk küfürlü bir isyan.
Onların ilişkileri başka bir kitaba konu olur ancak.)
Kimdi bu kadınlar?
Kafka’nın, Çaykovsky’nin, Nazım’ın sevgilileri olmasalardı;
Adlarını bilme şansımız var mıydı?
Tabi ki yoktu…
Ama; neden bu kadınlar.
Tesadüf mü?
Ben tesadüflere inanmam.
İşte, tam da bu nedenle
“özneyi değiştirdim”
Kafka’yı okudum, Milano’ya merakım arttı.
Nadyejna’ya ve Piraye’ye…
Şimdi; karanlık bir sokakda, onların ışıklı pencerelerinin izindeyim.
Başka pencereler de bulurum bu yolculukda…
Sahici “an”larını çalıp, kendime eklemek için.
Ama bir dileğim var;
Bu yazı;
Aşkları;
Şiirlere, bestelere, renklere ve
Mektuplara konu olamamış,
Adsız,
Aykırı,
Sevgililere gitsin