Yaşamaya çalışıyor ve tanıklık ediyoruz çağa.
“Yaşamaya çalışıyoruz” diyorum; çünkü canlı kalabilmenin mucize olduğu bir dönemde yaşıyoruz.
Terör, savaş,, cinayet, cinnet, doğal afet ve Covid19 sarmalının içinde bazen bilim kurgu bazen korku filmi izler gibi izliyoruz hayatı. Yüzümüzde geçmişin izi sırtımızda gelecek.
Geçmişin yıkıntıları ve belki de özlemiyle geleceğe doğru bir savruluşun öyküsü.
Hangimiz geleceğe dair umutlu hayaller kurabiliyor? Hangimiz emeklilik hayalleri kurabiliyor mesela? Ya da hangimiz 1 yıl değil de 1 gün sonrasında neler yaşayabileceğini öngörebiliyor?
İşten eve dönebilmenin bile garantisinin olmadığı ( şayet bir işiniz varsa tabii ) bir dönemde , bir ülkede. Sevdiklerimize Covid 19 yaklaştırmıyor zaten de onları bir daha görebilmenin garantisini kim verebiliyor?
Trafikte bir magandayla yollarımız kesişebilir, yolda yürürken kanalizasyon çukuruna düşebilir, dere yatağına yapılan evimizin yakınlarında sel sularına kapılabilir, en işlek yolda kafamıza bir binanın balkonu ya da koca bir cam kütlesi düşebilir, bir canlı bombaya denk gelebiliriz mesela.
Diyelim ki bütün bunlar olmadı, tüm bir şehir trafo patlaması sonucu alevler içinde kalabilir, bir maganda kurşunu bizi oturduğumuz yerde bulabilir, sırf nikah cüzdanımız var diye hayat arkadaşımız tarafından katledilebilir, evimize dönmek için otobüs durağında beklerken onlarca insanla birlikte terör örgütünün tuzağına düşüp canımızdan olabiliriz mesela. Bu da mı olmadı ?
Hâlâ yaşıyor muyuz? Hiç evden çıkmayınca güvendeyiz o halde değil mi? Maalesef o zaman da ahlaksız bir müteahhitin yaptığı bir binanın enkazı altında can verebiliriz.
Ölümün kol gezdiği bir fırtınanın içinde hayatta kalabilmek adına bir bilgisayar oyunundaki gibi Azrail’den kaçmaya çalışıyoruz. Yüzümüz geçmişe dönük önümüzü görmeden ilerliyoruz işte. Tıpkı Paul Klee’nin 1920’de yapılan “Angelus Novus” adlı eserindeki melek figürü gibi.
Walter Benjamin’e ait “Tarih Kavramı Üzerine” başlıklı yazısının en bilinen bölümlerinden biri olan 9. fragmandan bir alıntıda, ki bu yazı 2. Dünya Savaşı sırasında kaleme alınmış, Walter Benjamin “ Angelus Novus” adlı tabloyu anlatırken şöyle der: “ Klee’nin “Angelus Novus” adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri fal taşı gibi, ağzı açık , kanatları gerilmiş. “Tarih Meleği”nin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olay zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatılan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama cennetten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken fırtınayla birlikte, çaresiz sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.”
Walter Benjamin yıllarca gittiği her yere bu tabloyu da beraberinde taşımış, ki bu tablo onun yazgısına da sirayet etmiştir.
Toplumsal değerlerin aşındığı, paranın tüm değerlerin üzerinde bir yer edindiği, ilerlemeyle birlikte sınıflar arasındaki
uçurumun derinleştiği, savaş, ekonomi siyaset ve kültürle bütün 19. yy ‘a ve Walter Benjamin’in kişisel hayatındaki trajedi ve melankoliye de aynalık etmiştir bu eser.
Bu eserden de yola çıkarak 19. yy ile 21. yy arasında yaşanan zorlukların benzerlikler gösterdiğini söylemek yanlış olmaz sanırım; ancak bize biraz daha fazla torpil (!) geçilmiş sanki. Geçmişe dönemiyor, geleceğe endişeyle sürükleniyoruz.
Diğer çağları bilmem; ama Cahit Zaimoğlu’nun 20. yy ’da dediği gibi; “ Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle, kemiğimle nefret ettim.”