Hayalinde Tıp okumak varmış ama tiyatrocu olmuş. Hayatını tiyatroya adamış disiplinli, çalışkan usta bir tiyatrocu olan Yıldız Kenter’in öğrencisi olmuş. Avrupa’da ve ülkede birçok oyunlarda oynamış. Ekim ayında “Oyunculuk Öğretilmez” kitabı okurla buluşacak, Semah Tuğsel ile gerçekleştirdiğimiz röportajı beğenerek okuyacağınızı umuyoruz. İyi okumalar.
Sizi tanımayanlara özetle kendinizi nasıl anlatırsınız?
Bence bir insanın cevaplayabileceği en zor sorulardan biri bu, insanın kendini anlatması ama kendimi anlatmaktan önce bugüne kadarki yaşam serüvenimi özetleyebilirim.
İstanbul Emirgan doğumluyum. İlkokul, ortaokul, liseyi Güneş Kolejinde okudum. Sonra İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro bölümü. Konservatuar birinci sınıfta (hazırlıktan sonra) İBŞT de çalışamaya başladım. Seksen darbesiyle tiyatrodaki memuriyetime son verildi. Sonra on altı sene yut dışı.1996 da Ülkeye dönüş ve tekrar İBŞT’ye giriş. O günden beri de çalışmaktayım. Yurt dışında geçirdiğim senelerde de tiyatroyla uğraştım.
Tuncer Kurtiz ve Ayşe Emel Mestçinin kurduğu “Halk Oyuncularında” On sene, sonraki yıllarda İsveç’te kurulmuş Teather Cinobber le çalıştım. Bu arada güzel sanatlar akademisinde okudum. Son senelerde Şehir Tiyatrolarının yanı sıra Tatavla sahnede Özge Midilli’nin yazıp yönettiği “AN” (hareket tiyatrosu) da oynadım ve yine aynı tiyatroda Fatma Özcan’ın yazdığı “İki Kadın” oyununu yönettim.
Kısacası yaşımın yarısından çok fazlasını Tiyatroyla geçirdim. Son sekiz yıldır da eğitmenlik yapmaktayım. Ekim ayı başında, tiyatro ve eğitmenlikte biriktirdiklerimi bir kitapta topladım “Oyunculuk Öğretilmez”, Mitos Boyut yayım evinden meraklılarına ulaşacak. Üç seneden beri de Güncel Kadın yazarları arasındayım. Arada küçük detaylar eksik olsa da kabaca benin maceram bundan ibaret.
Tam saymadım ama bugüne kadar elliden fazla oyunda oynamışımdır. Ondan fazla yardımcı yönetmenlik, iki tane de oyun rejim var.
“Kendimi anlatmak” adına da söyleyebileceğim bir iki şey olabilir.
1-şimdiye kadar inanmadığım savunamayacağım hiçbir işin içinde olamadım.2-benim dostluğumu, sevgimi kaybetmek için bana sadece bir yalan söylemeniz yeterli. 3- Adil bir insan olduğumu düşünüyorum. Karşı çıkmam için, illaki bana bir haksızlık yapılması gerekmez.4- Bazen son söylenecek lafı ilk önce söylerim, bu huyumu çok sevmem ama yararını gördüğüm de olmuştur. 5- Bildiğime inandığım konuları sonuna kadar savunurum, bilmediğim yerde susarım. 6- Dış görünüşüm soğuk ve ukala bir izlenim verse de yakından tanıdıkça öyle olmadığım söylenir.7- cesaretli olduğumu düşünüyorum.
Aklıma gelenler bunlar. Aksini düşünenler için cevap hakkı saklıdır.
Oyunculuğa nasıl ilgi duydunuz? Nasıl başladınız? Sınava girdiğinizde başaramam diye bir duyguya kapıldınız mı? Sınav heyecanı nasıldı?
Benim bu soruya genelde olduğu gibi, çocukluğumdan beri istediğin bir şeydi ya da tek idealimdi gibi bir cevabım yok.
Ortaokul ve lise döneminde benim kafamda tek bir meslek vardı o da Doktorluk. Ama nedense bir şiir okunacaksa o görev bana verilir ya da okul oyunlarında başroller. O seneler bale eğitimi de alıyordum. Ama bunların hiçbiri benim kafamda oyuncu olmak gibi bir hedefi beslemedi. İkinci meslek alternatifim İç Mimariydi. Lisede fen bölümünde oldukça başarılıydım, bir de tek çocuk olmanın verdiği öz güvenle Tıp Fakültesini kazanacağımdan tuhaf bir şekilde emindim. Ama olmadı ecza, kimya ve bilumum alt meslekleri kazandım ama Tıp olmadı.
O senelerde Florence Nighingale İstanbul Üniversitesine bağlı değildi ayrı sınavla alıyordu öğrencilerini. İki sene okuyup FKB’yi verip Tıp fakültesine geçebileceğimi düşündüm ve sınava girdim. Kazandım fakat okulun şartları bir lise gibiydi. En fazla üç ay dayanabildim. O yaz ilk defa yalnız bir akrabamın yanına yazlığa geldim ve orada Ankara Devlet Konservatuarından öğrenci bir grupla karşılaştım.
Konuştukları konular arkadaşlıkları o kadar hoşuma gitti ki İstanbul da böyle bir okul var mı diye sordum. Belediye Konservatuarı var dediler ve döner dönmez sınavlar için başvurdum. O zamanalar bu günkü gibi hazırlık kursları yoktu, yakından tanıdığım tek tiyatrocu Ertuğrul Bilda idi. Ondan yardım istedim. O da bana Nüshet Şenbay’ın fonetik diksiyon kitabını verdi. Buradan bir komedi bir dram tirat seç dedi. Dram olarak Antigone’nin Mezar tiradını beğendim. Ama komedi bulamadım. Sirano’nun burun tiradını hazırlamaya karar verdim. Ertuğrul Bilda bana çok önemli bir şeyi söylememişti. Bu tiratları oynayabilmem için oyunun tümünü okumam gerektiğini. Neyse şansım iyi gitti ki bu konuda bir soru gelmedi.
Ezberledim iki tiradı, bir de şiir ve sınava girdim. Nasıl oynadığımı ya da ne yaptığımı kesinlikle hatırlamıyorum çünkü kafamda bu konuyla ilgili en ufak bir bilgi yoktu.
Daha sonra Yıldız Hocanın (Kenter), özellikle belli nitelikleri olan (diksiyon problemi olmayan, sesi yeterli olan ve biraz da fizik özellikler) ve hiçbir bilgiyle kirlenmemiş ham malzemesi olanları seçtiğini anladım. Çünkü oyunculukta kötü yerleşmiş alışkanlıklardan kurtulmanın ne kadar zor olduğunun daha sonra farkına vardım. Sanıyorum o senelerde en fazla yüz -iki yüz kişi giriyordu sınava ve yine on kişi alıyordu okul, bu günkü gibi. Ve kazandım. O zamanlar;
Beş seneydi Konservatuar, bir sene hazırlık sınıfı vardı, oradan geçilebilirse birinci sınıfa devam hakkı doğuyordu.
O kadar bilmiyordum ki tiyatroyu, sınavda başarı ve başarısızlık diye bir şey düşünmedim sadece şansımı denedim.
Bu meslekte bilgi arttıkça heyecan da artar. O yüzden sınav anındaki heyecanımı hatırlamıyorum. 18 yaşındaydım.
Yıldız Kenter’in vefatının ardından “Yıldız Hoca” başlıklı bir makale yazmıştınız. Çok ilgi görmüştü. Yıldız Kenter’in hayatınızdaki yeri nedir?
Eğitime başlayan her çocuk ilkokul öğretmenini ya da ilk öğretmenini hiç unutmaz. Yıldız Hoca da benim bu meslekte ilk öğretmenimdi. Sahnede durmasını ondan öğrendim diyebilirim. Hayranlıkla karışık bir korkum vardı ilk zamanlar ve bu korku azalarak öğrencilik yıllarımın sonuna kadar devam etti.
Yıldız hoca; verdiği ödevleri göstermek için sahneye çıktığımızda hiçbir beğeni cümlesi kurmazdı, hep eleştirirdi. Sonra bunun bir yöntem olduğunun farkına vardım. Eleştirileriyle bizi adeta hırslandırır ve daha çok çalışmamızı sağlardı. Hocanın beğenisini kazanmak çok önemliydi bizim için. Bunun bir yöntem olduğunu fark ettiğimde biraz daha rahatladığımı hatırlıyorum.
Meslekte ilk öğretmenim olmasının yanı sıra, geçen yıllar içinde hele bugünü düşündüğümde o gün yaptıklarının ciddi bir özveri olduğunu düşünüyorum, mesleğe olan aşkını düşünüyorum. Bu yolda oyuncular yetiştirmekteki ideallerini düşünüyorum. Neticede Belediyeye bağlı bir okulda saatlerce ders vermenin bedelinin yok denilecek kadar az olduğu gerçeğini düşünüyorum.
Gündüz iki oyun oynayıp sabah dokuzda derse gelmesi ve hiç gelemediği bir günü bile hatırlamıyorum. Derslerin yanı sıra koca bir tiyatroyu idare etmek, projeler hazırlamak, yeni oyunlarının provaları, yani hocanın gününün, uyku haricinde tümü Tiyatroyla doluydu.
Onun için; Tiyatroya verilmiş bir ömür diyebilirim. Ve Yıldız Kenter’in öğrencisi olmaktan onur duyarım her zaman.
Size göre ülkede Tiyatro ustaları kimlerdir? Afife Jale, Muhsin Ertuğrul ve dönemin oyuncularını içinde bulundukları koşullar gereği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizde Batı anlamında Tiyatronun tarihi çok eski değil biliyorsunuz. Köy seyirlikler, Meddah geleneği, orta oyunu gelenekleri daha eskidir. Ama İtalyan sahne geleneği yüz yirmi yılı bulmamıştır. Bu sayı da dünyanın en kadim sanatlarından biri için oldukça kısa bir zamandır.
Bu yılların ilk yirmi senesinde de Müslüman kadın oyuncuların sahneye çıkma yasakları, kısa zamana kadar oyuncuların mahkeme şahitliklerinin bile kabul görmediği senelerde özellikle kadın oyuncuların bu mesleği yapmak için verdikleri mücadele erkeklerinkinden biraz daha fazlaymış takdir ederseniz.
Cumhuriyetin ilanından sonra Müslüman kadınların sahneye çıkma yasağı kaldırılmıştır. Yasakların kanunen kaldırılması toplumsal baskının sihirli bir değnekle ortadan kalkması demek değildir tabi ki.
Afife Jale; araştırdığım kadarıyla sahneye çıkmış ikinci Müslüman oyuncu. İlki Papaz köprülü Amelia takma adıyla sahneye çıkmış Kadriye hanımdır. İlk defa Nazilli de sahneye çıkmış 1889 da. Eğer
ismini değiştirmeseymiş linç edilmesi kaçınılmazdı o yıllarda. Ama bizler Afife Jale’yi ilk biliriz.
Olsun ha ilk ha ikinci ne fark eder, âşık oldukları işi yapmak uğruna çektikleri acı aynı.
Muhsin Ertuğrul; Darülbedayinin (Güzellikler evi) nin kurucusu.
Cumhuriyetin aydın yüzü. Darülbedayiyi yalnızca bir tiyatro değil aynı zamanda bir okul gibi yöneten ilk Genel Sanat yönetmeni. Tiyatroyla uğraşan herkesin bu ustaların hayatlarını incelemelerini öneririm.
Ustalarımız çok fazla ve biz (Darülbedayi) Şehir Tiyatrolular olarak her sezon açılışında ustalarımızı bir bakır tepsi içinde yanarak, oyun sonunda birbirine karışan, bir olan mumlarla anarız.
Afife hanımlar, Kadriye hanımlar olmasaydı biz nasıl olurduk.
Oyunculukta her oyuncu her rolü oynayabilir mi, yoksa belli kriterler ve tercihler mi var? Kamu tiyatrolarında çalışan oyunculara “bu rolü oynayacaksın” baskısı oluyor mu?
Bir oyuncu sadece aynı karakter ve aynı rolleri oynar diye bir kural olmadığı gibi, bir oyuncu her rolü oynayabilir diye de bir kural yoktur.
Bence bir oyundaki rol dağılımının kendi içinde çeşitli dengeleri vardır. (Bu soruya “bence” demek zorundayım çünkü bu benim doğru bulduğum bir yöntem tüm yönetmenlerin görüşünü ve yönelimini kapsamaz)
Rol dağılımdaki dengeleri birincil olarak yönetmenin yorumu belirler. Örneğin; Hamlet karakteri hep yakışıklı uzun boylu olarak hayal edilmiştir ya da yaş ortalaması 20-25 aralığında. Bu böyle olabilir, o zaman tüm karakterlerin yaşlarını da bu belirler.
Bir yoruma göre Hamlet 40 yaşında ve şişman bir oyuncuyla tasarlanırsa o zaman Ofelya da bu gerçeklik içinde olmalıdır. Yani inandırıcı olmalıdır. Hamlet rolünü illaki 25 yaşında yakışıklı bir oyuncu oynamalı diye bir kural olamaz.
Ya da bir oyuncu Komedi oyunlarında çok başarılıdır, ona hep aynı roller verilir onun başka bir rolde de başarılı olabileceği düşünülmeyebilir ki ben bu örneğe çok şahit oldum. Bütün tarihi oyunlarda Rüstem Paşa oynamış bir oyuncu tanıyorum. Bu biraz yönetmenin hazıra konması gibi bir durum bence. Bugün dünya tiyatrosu bu ezberlenmiş estetik değerleri sorgulamaktadır. Thomas Ostermeier rejilerini ve özellikle Hamleti öneririm.
Kısacası rol dağıtımındaki denge ve seçim tamamen yönetmenin konseptine bağlı olmalıdır bence.
Oyuncu açısından; tabi ki her oyuncunun bir skalası vardır. Bu skalanın bilinçli bir farkındalıkla geliştirilmesi mümkündür. Örneğin eğer sesi şarkı söylemek için yetersizse çalışmakla halledilebilir bir sorundur bu. Ya da bedeni, geliştirilebilir enstrümanlarıdır.
Tabi kurum Tiyatrolarında repertuar sistemi olduğu için rol dağılımlarının yapılması oyunların kardeşliğine ve bir yığın teknik sorunlarla boğuşarak yapılmaktadır. Benim yukarıda sözünü ettiğim bence olması gereken ideal bir durumdur.
Kurum tiyatrolarında genellikle kastlar yani rol dağıtımları yapılırken oyunculara isteyip istemedikleri sorulmaz. Genellikle diyorum. Ama özel durumlar da olabilir. Örneğin kıdemli bir oyuncudur ona sorulabilir. Bu yönetmenin inisiyatifindedir. İsteksiz ve gönülsüz bir oyuncuyla çalışmanın ne kadar zor olduğunun farkında değilse sormaz.
Çünkü genel geçer kural, rol dağılımı imzalanıp asıldı mı kolayına geri dönüşü olmaz. Yaklaşık 14 sene önce bir çocuk oyunu sahneledim. Tüm düşündüğüm oyunculara sordum ki çoğu tiyatroya yeni girmişti.
Gönülle yapılan bir işte zorlama olmamalı.
Ayrıca İBŞT yönetmeliğinde bir oyuncunun rol reddetme hakkı da var yalnızca bir kere. Kariyerine uygun olmadığı gerekçesiyle.
Semah cim yeni
Kitabınin yolu açık olsun Tebrikler