CANDAN SABUNCU
Bizde; yani “güzellikler evinde”, Darülbedayi ’de her ölümde bir mum yanar. Genelde “ölüm” mumun sönmesiyle tanımlanır, bizde ise yanmasıyla.
Candan ablamın da mumu, 1927 den bu yana replikleri perdenin kıvrımlarına saklanan tüm sanatçı ustaların hala yanan mumlarının yanında tepsideki yerini aldı.
Darülbedayi, yaşadıkça, Tiyatro yaşadıkça da o mum hep yanacak.
Birçok kişi bilmez bu sadece Darülbedayi ye özgü ritüeli. Evet, bu bir ritüeldir.
Neredeyse bir ömrün geçtiği o sahne tahtasını son defa terk ederken bir usta, Türk bayrağına sarılı tabutun yanında büyük bir tepsi içinde yanan mumlar vardır. Konuşmalar yapılır, anılar anlatılır. Törenin bir yerinde, ustanın en yakın arkadaşı onu simgeleyen tek mumu seyircilerin arasından getirip tepsideki hiç kaybolmayacak yerine koyar.
Ekim ayında; sezonun ilk oyunu başlamadan önce her tiyatronun kulisine içi mumlarla dolu tepsiler konur. Oyun başlar, o iki saatlik süre içinde aynı sahnede olduğu gibi mumlar birbirlerini eriterek bir olurlar.
Yani tüm ustalarımızın ruhları bizimledir, heyecanımızın yanındadırlar. Muhsin Ertuğrul; “ mumlar kimin için yanıyor” yazısında şöyle der:
“ Bu eriyen mumlarda kimler yoktur? Şu Güllü Agop Tiyatrosundaki Ahmet Necip olmasaydı, bir Ahmet Fehim çıkmazdı. 1894 de Üsküdar’ın Kömürcüler sokağında oyunlar veren komik Hakkı ile Kambur Mehmet’i yanarken görüyoruz. Çünkü o olmasaydı bir Şadi Fikret, bir Reşit Rıza bir Galip Arcan çıkmazdı. Bir Burhaneddin olmasaydı, bir Behzat, bir Muvahhit, bir hasan Cevdet çıkmazdı. Şu ateşte çabuk eriyen Afife olmasaydı yüzlerce kadın sanatçımız çıkmazdı. Şu mum tıpkı Dr. Celal Şahin gibi narin; o olmasaydı Dr. Emin beliğ çıkmazdı. Saymakla bitmez adları. Daha nice eriyen, sönen ve nice yeniden yanacak mumlar var Türk sahnesinde.”
“ Bunun temelinde hiçbir metafizik düşünce, hiçbir mistik eğilim yoktur. Bu, memleketimizde Tiyatro sanatının doğması, gelişmesi ve kökleşmesi için canlarını veren bizden önce nice adsızlar olduğunu genç sanatçı kuşağına anımsatmak için başlatılmış bir eylemdir. Hayal gücü olanlar o mumlarda tanıdıkları, tanımadıkları sanatçıları bulurlar, onların b-nasıl eridiklerini görürler. Yanan ve eriyen mumlar, ihtiyar tiyatro sanatçılarının birer simgesidir.”
Böyle köklü bir vefa geleneği olan bir kurumun bir parçası olmaktan her zaman gurur duymuşumdur.
Sene 1977, Fatih Tiyatrosu.
Bir yaz sonu, provanın ilk günü. Benim tiyatroda ikinci oyunum “Düğün ya da Davul” un ilk provası. Haşmet Zeybek, Hamit Akınlı mumlarda yaşayan ustalar değil o günler.
İçeri bir kadın girdi, daha önce tanışmadığım. Güneşin kararttığı yüzünde daha da çok belirginleşen muhteşem turkuaz iki göz. Simsiyah saçlar. Ki ne hikmetse o saçlara beyaz hiç düşmedi.
Bu gün gibi onu gördüğüm ilk an.
Enerjisiyle bir alan yaratan, esprili, bir kadında “güzel” denen her şey.
O günden, onu son gördüğüm Tatavla sahnenin Bahar noktasının ilk oyununa kadar hep Candan ablamdı. Benden yaşça daha küçükler ona Candan da derlerdi ama ben bir kere abla demiştim, değiştiremedim. Çünkü bir “abla” ilişkisi kurmazdı. Arkadaştı, meslektaştı daha çok.
Onu tanıdığım günden bu güne kadar, en üzüntülü gününde bile onu umutsuz ve karamsar görmedim. Yaşama, her şeyiyle acısıyla, tatlısıyla bağlı kalıp, en umutsuz anda dahi yaşam enerjisini yüksek tutmayı başaran gerçekçi ve de mücadeleci bir kişiliği vardı.
Kafkas Tebeşir Dairesi oynadık dört sezon. Annesi hastaydı. Hastaneden oyuna gelirdi. Annesi öldü. Cumartesi matine, cenaze öğle kalkacak. Gidemedi cenazeye. Tüm ekip, ne diyeceğini bilememenin sıkıntısında.
“iyi ki böyle bir mesleğimiz var” dedi. Biraz rahatladık.
Onun ne demek istediğini seneler sonra annemi yoğun bakıma yatırıp matine suare oynadığım zaman daha iyi anladım.
Beni yakından tanıyanlar bilir, ben tarih hatırlamam ama onun doğum gününü hiç unutmadım. Çünkü benimkinden bir gün sonraydı. 25 Ocak. İkimiz de Kova burcu olmaktan mutluyduk. Ortak özelliklerimiz vardı. İmkânsızımız yoktu. Bir gün telefonda, “semah biliyor musun bu yaz neye taktım. Halı dokumaya.” Dedi. Hiç şaşırmadım. Dokumuştur da.
Yaşamı sevmek mücadeleyi de sevmektir.
Hiç bırakmadı Candan abla mücadeleyi. Kurucularından biri olduğu İŞTİSAN derneğinde yıllarca bir nefer gibi çalıştı. Doğru bildiği her yerdeydi.
Ve en önemlisi bir aşk kadınıydı o. Başar Sabuncu, Türkiye’nin yetiştirdiği önemli yönetmenlerinden biri.
Aşkıydı, hayat arkadaşıydı. Bir “aşk” da birbirini tamamlamanın, birlikte olmanın daha başka bir örneği yok benim hayatımda.
Uzun değil üç sene önce yitirdi aşkını. Çok mücadele ettiler beraber ama kazanamadılar.
Ben, Başar abinin cenazesine katılamadım, ama o gün yaptığı muhteşem konuşmayı geç de olsa izledim, o sahnede Türk bayrağına sarılmış yatarken.
“çocuk” diyordu aşkına, gözlerinden zekâ fışkıran ve hiç büyümemiş bir çocuk. Ne kadar doğruydu. O çocuğu sarıp sarmalayan bir aşktı ondaki.
Ne güzel anlatmıştı, bu ne güzel bir vedaydı. Acısı bile o çakmak, çakmak gözlerindeki tatlı bir gülümsemeydi.
Yalnızlığının ilacını yine tiyatroda bulmuştu.
Afife Jale ödül jüriliği; yeni oyunlar, yeni oyuncular, tiyatronun yenileri, gençler, yaşamın enerji kaynağını yine bulmuştu. Hiçbir derde, hastalığa yüz vermeyen enerjisi neşesi oradaydı artık.
Bir hafta önce bir meslektaşı “ Candan, her gece oyun seyretme çok yoruluyorsun” dediğinde
“ölüme yakın karıncalar hızlı koşarlarmış” demiş.
Ölüm ve Candan abla… Birbiriyle o kadar uzak iki kavram ki hala benim için. Ama belli ki onun için böyle değilmiş. Hissetmiş belki de.
Hissedilirmiş derler.
Kim bilir. Belki ben de hissederim bir gün.
O yüzden herkes için bir sok etkisi oldu gidişin. Yine de ölüm sana hiç yakışmadı. Hiç!
Hayatın üstesinden gelinemeyecek hiçbir yanı yok, yeter ki yaşam enerjini yitirme!
Hayatta hiçbir derdi çok ciddiye alıp karalar bağlamaya değmez. Çok önemseme ki çözüm yolunu bulasın.
Ölüm zaten kaçınılmaz son. Ya dertlerine boğulup mutsuzluklarınla ölürsün, ya da seçtiğin yolda hoşnut ve “ne güzel yaşadım” diye.
Senden bana kalan en önemli dersler usta!
Herkes, keşke senin kadar ismine benzese.
Kerem Yılmazer sahnesinin duvarında resmin duruyor hala.
Tek tesellim aşkına kavuşmuş olman.
Unutulursan ölürsün ancak.
Ben tepside bir mum oluncaya kadar hep bizimlesin.
Sonrasında kavuşuruz.
Şimdilik hoşça kal Candan ablam.